Arap dünyası yakın zamanların en çalkantılı dönemlerinden birini yaşarken, bölgenin Hıristiyan nüfusu da son derece tedirgin. Ortadoğu’nun çok dinli yapısı giderek erozyona uğruyor. Oxford Üniversitesi St. Antony Koleji’nde görevli Dr.
Laurent Mignon, bu gelişmeleri irdelediği yazısında, Avrupa ve Türkiye’deki solun, Hıristiyan nüfusun azalmasına ilişkin suskunluklarının tarihi ve siyasi arka planını yorumluyor.
Bir buçuk yıl önce, Arap dünyasında hâlâ özgürlük rüzgârlarının estiği günlerde, Lübnanlı gazeteci ve milletvekili Nayla Tueni, 18 Temmuz 2011 tarihli En-Nahar gazetesinin sütunlarında ifade özgürlüğü sorunları ile gayrimüslim azınlıkların durumuna değinerek Amerika Birleşik Devletleri’nin Yakındoğu’da desteklediği ‘Türk modeli’ hakkında endişelerini dile getiriyordu. Yazısı, maalesef, güncelliğini yitirmediği için içeriğini burada kısaca hatırlatmakta fayda var:
Tueni, bir yandan Kürt hareketine yakın olan tutuklu gazetecilerin durumuna, muhalif aydınların uğradıkları baskılara ve devletin Ermeni soykırımıyla yüzleşmek istemeyişine dikkat çekiyordu. Bu bakımdan Türkiye’nin isyan halindeki Yakındoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri için bir örnek olamayacağı aşikârdı. Tueni, diğer yandan da, Türkiye Cumhuriyeti’nde Hıristiyan azınlıklarının ve özellikle Rum Ortodoks Kilisesi’nin şimdiki durumundan söz ederek tartışmaya önemli bir başka boyut ekliyordu. Rum Ortodoks Kilisesi’nin Ekümenik Patriği Birinci Bartolomeos’un güç konumuna işaret edip onun hemen hemen “hiçbir özgürlüğü olmadan, gözaltı hapsinde yaşadığını” vurgulayıp, devletin “yaşlı rahiplerin ölümüyle birlikte Türkiye’deki Hıristiyan varlığının yok olmasını” beklediğini yazıyordu. Tueni’ye göre Türkiye, ne “ifade özgürlüğü ve demokrasi açısından” ne de Hıristiyan azınlıklarına karşı tutumundan dolayı, Arap dünyası için bir model olabilirdi. Hele nüfusunun yüzde kırkı Hıristiyanlardan oluşan, Doğu Hıristiyanlığının canlı bir müzesi olan Lübnan için, Türkiye’nin bir örnek olması düşünülemezdi. Tueni, Anadolu’daki kadim Hıristiyan topluluklarının kaderini paylaşmanın, hiçbir Lübnanlının istemeyeceği bir gelecek olduğunu ima ediyordu.
Hıristiyanlığın hayaleti
Tueni’nin makalesinin arka planında bir hayalet geziyordu: Doğduğu coğrafyada yok olmanın eşiğine gelmiş olan Hıristiyanlığın hayaleti. Yüzyıllar boyunca Ortaçağ Hıristiyan Avrupa’sına göre Müslüman Kuzey Afrika ve Yakındoğu, kültürel ve dinî çoğulculuğuyla nispeten gıpta edilecek bir medeniyet modeli oluşturmuştur. Avrupa’da ancak Protestan devriminden sonra Hıristiyanlığın bünyesinde yeniden Yakındoğu’dakine benzer bir inanç çeşitliliği görülmeye başlandı. Oysa bugün İslam dünyasının tarihinin bu mirası yok oluyor. 1948’de İsrail’in kuruluşu ve 800.000 Arap Yahudisi’nin zorunlu göçünden sonra hemen hemen Yahudisiz kalan Arap dünyası, Hıristiyansız da kalmak üzere.
Bu bağlamda ilginç ve acı olan, ezilenlerle dayanışmanın Avrupa solu içindeki bütün akımları birleştiren en temel ilke olmasına rağmen, onların bu konuda sessiz kalmaları. Oysa durum vahim. İstisnai bir konumda olan Lübnan’ın dışında, İslamcılığın yükseldiği Yakındoğu’ya bakıldığında hem Nesturiler ve Kıptiler gibi tarihî Hıristiyan topluluklarının, hem de çoğunlukla Evanjelik Protestan olan yeni Hıristiyan topluluklarının hayati tehlike altında yaşadıklarını görmemek mümkün değil. Rakamlar, bireylerin acılarını ifade edemese de, yirmibirinci yüzyılda Hıristiyanların Yakındoğu’da maruz kaldıkları baskıların boyutunu yansıtıyor:
ABD ve müttefikleri 2003’te Irak’a saldırmadan önce ülkede 1.400.000 Hıristiyan yaşıyordu. On yıl içinde bu rakam 300.000’e düştü. Batı Şeria ve Gazze’de durum yine kritik. 25 yıl önce nüfusunun yüzde 85’i Hıristiyanlardan oluşan Beytüllahim’de bu oran yüzde 15’e indi. Filistin’in toplam nüfusu 4.152.000, ancak Hıristiyan sayısı günümüzde 40.000’e inmiş bulunuyor. Suriye’de de durumun çok endişe verici olduğu açık.
Hıristiyanların nüfusunun artık sadece yüzde 0.3’ünü oluşturduğu Türkiye’de de durum kötü. Ancak Türkiye örneği, meselenin sadece bir din meselesi olmadığını da gösteriyor. Dinsel baskıların yanı sıra, Türkiye’den Mısır’a kadar uzanan coğrafyada, etnik olarak bölgenin egemen etno-dinsel millete dâhil olmayan Ermeniler, Rumlar, Kıptîler ve Süryaniler gibi halklar, onlara ‘beşinci kol’ gözüyle bakan laik, milliyetçi/ulusalcı ve bazen de solcu militanların baskılarına da maruz kalmaktadır. Bunun nedenleri kısmen tarihseldir. Fransa gibi bazı sömürgeci güçlerin kendilerini Doğu Hıristiyanlarının velisi olarak tayin etmiş olmasının sonuçları hâlâ devam ediyor. Batı ile özel bağları olan, emperyalizmin ajanı, kozmopolit, gayrimilli ‘komprador’ bir burjuvazi olmakla suçlanan Hıristiyan azınlıklar, emperyalizm ve sömürgecilik karşıtı mücadelelerin ‘ikincil’ kurbanları olmaya devam ediyor. Irak’ın işgali ve Filistin-İsrail sorunundaki çözümsüzlük de bu önyargıları pekiştiriyor. Tarih acı ironilerle dolu: Arap dünyasında milliyetçiliğin ve Marksizmin gelişimine katkıda bulunan aydınların çoğu Hıristiyan asıllıydı, İslamcı propagandanın hep hatırlattığı gibi.
Nâzım Hikmet’ten bugünün soluna
Solun Hıristiyanlara yaptığı suçlama ve baskılara gelince, Türkiye Yakındoğu’da bir istisna değil. Emperyalizm ile Hıristiyanlık arasında bir bağ gören söylemlerin Türkiye’deki uzun tarihini hatırlatmaya gerek yok. Nâzım Hikmet, 6 Mart 1937 tarihli Tan gazetesinde yayımladığı “Milli Marş makalesinde şöyle yazıyordu: “Yükselen Arap medeniyetini dağıtmak, Endülüs hazinelerini, Şark’taki altın menbalarını, kıymetli servetleri kendi ülkelerine nakletmek için açtıkları Ehl-i Salip [muharebeleri], bir din kavgası değildi. Din bayrağı altında zengin Arap, Müslüman, Şarklı, Çinli, Asyalı millet servetlerinin yağması idi. Ta bugüne kadar, Çin mabetlerinin yanında kurulan kiliseler, Asya’nın her köşesine yayılan misyoner mektepleri, İncil propagandacıları, bu bagi ordusunun ilk pişdarlarıdır. Evvela bunlar, arkasından müstemleke istismarcıları gelir.” Şair, daha sonra ideolojik varislerinin de yapacağı gibi, bu yazısında her şeyi birbirine karıştırdı: Haçlı seferleriyle Hıristiyan okulları arasında bir bağ görmek oldukça sorunlu bir genellemedir –ki bu tür genellemelerden doğan faciaların yaraları Anadolu’da hâlâ kapanmamıştır. Elbette, misyonerliğin ve medenileştirme görevi adı altında meşrulaştırılan sömürgeciliğin, belli dönemlerde ortak amaçları olmuştur. Ezilenlerden yana olan şairin, süngü zoruyla Hıristiyanlaştırmalara karşı çıkması doğaldır. Sorunlu olan, misyonerlikle emperyalizm ilişkisi konusunda genellemeler yapılması ve Nâzım’ın bu yazısında yapmadığı ama ulusalcı damarı ağır basan bazı varisleri gibi, yerli Hıristiyanların da böyle bir projenin piyonu olarak görülmesi.
Bugünlerde öyle görünüyor ki Avrupa solunda da benzer bir söylem hâkim. Yakındoğu’daki Hıristiyanların yok oluşu, Hıristiyan sivil toplum örgütleri hariç, Avrupa’da pek kimseyi ilgilendirmiyor. İslam dünyasındaki Hıristiyanlar, Batı’daki sol söylemde, Türkiye’dekine benzer saptırılmış ‘marksistimsi’, üçüncü dünyacı bir retoriğin adına feda ediliyor. Ayrıca onlar, laiklik taraftarı solun kiliseye karşı verdiği tarihsel mücadelenin de kurbanlarıdır. Çünkü Fransa gibi ülkelerde kilise kurumuna karşı verilen hayati mücadele çoktan bir Hıristiyan karşıtlığına dönüşmüştür ve bu da solun ezilen Hıristiyan azınlıklarının yanında yer almasını engelliyor.
Öyle görünüyor ki Avrupa’da solun Hıristiyanların yok oluşu konusundaki sessizliği devam edecek.
Kaynak: AGOS gazetesi, Laurent Mignon ; Güncelleme Tarihi: 30 Mart 2013