2000 yılı yazı ve Midyat. Hiç tanımadığım ve hiç bulunmadığım çok uzaklara ait bir dünyaya ilk ve son ziyaretim. İsveçli rekonstrüksiyon mimarı eşime bölgedeki bir Süryani manastırından gelen davet dolayısıyla bulunuyoruz Midyat’ta. O manastırda yeni keşfedildiğini söyledikleri odaların ölçümlerini yapma ve planlarını çizme işini üstlenmiş eşim.
Midyat’tan bizi manastıra götürecek minibüsü arıyoruz. Fazla çabamıza gerek kalmadan yardım eli uzatılıyor : Yirmili yaşlarının ortasında genç bir adam, bavullarımızı alıp minibüse doğru götürüyor bizi. ”Nereye gideceksiniz abla?”, sorusu geliyor. Söylüyorum. İlkin minibüs muavini sandığım bu genç adamın, biraz sonra bölgede oturan köylülerden biri olduğunu öğreniyorum. Midyat’la manastır arasındaki mesafe şimdi anımsadığım kadarıyla yarım saatten fazla sürecek denli uzak. Yarım saatte, geçmiş yıllara ait “ölüm korkusunun” geriye bıraktığı “kuşkuya” tanıklık ediyorum. O korkunun izini, genç adamın parmağıyla işaret ettiği tepelerde buluyorum: “İşte, şu tepelerden ateş açarlardı abla..” Tepelere bakıyorum. Aklımdan “Artık bitmiş ama. Artık huzur hakim belli ki,” diyorum. Genç adam, benim aklımdan geçeni dillendiriyor: “Şimdi kalmadı olay ama. Çok şükür bitti.” (”Gerçekten” bitmediğini izleyen yıllarda görüyoruz. ) Ardından da bir öğütle devam ediyor ve bu da korkunun geride bıraktığı o kuşku olarak hafızama yerleşiyor: “Siz yine de buraya neden geldiğiniz sorulursa, turist olduğunuzu söyleyin.” Bu öğüt, kafamı karıştırsa da ne anlama geldiğini fazla düşünmüyorum ve kurcalamıyorum. Açık araziden geçerek Manastıra ulaşıyoruz. Genç adam, bir sonraki akşam bizi evinde ağırlamak istediğini söyleyerek bize veda ediyor.
Manastırda gerçek yaşamda ilk kez gördüğüm rahipler, rahibeler ve keşişler arasında buluyorum kendimi. Eşimi davet eden Amerikalı rahip ve eşimden başka bir yerde yemek yiyeceğim söyleniyor. Avludaki bir merdivenden, kocaman bir mutfağa giriyoruz yanımdaki rahibe ile birlikte. Büyük bir sessizlik hakim; kimse benimle konuşmuyor. Misafir sevmiyorlar düşüncesine kapılıyor ve geriliyorum. Sundukları yemeğe giden çatalım da oldukça çekingen. Kuşku bu mutfakta da kendini hissettiriyor. Neden sonra rahibelerden biri benimle konuşuyor havadan sudan. Çok kısa bir muhabbet oluyor bu ama ben buna dahi razıyım o anda. Kuşkuyu az da olsa delen o gülümseyen yüz beni rahatlatıyor.
Manastırda bizim gibi misafir olarak kalan Süryani aileler de bulunuyor. Çoğu Avrupa’da yaşayan aileler bunlar. Kadınların kapalı giyimleri dikkatimi çekiyor. Sıcaktan bunalmış biri olarak bu kapalılığın sınırlarını merak ediyor ve kısa bir süreden sonra “dirsek hizasında kısa kollunun” kabul edilir olduğunu öğrenip seviniyorum. Yemekleri, eşimle birlikte diğer erkeklerin arasında yiyebildiğime de seviniyorum. Yemek servisini, manastırda eğitim gören küçük çocuklar yapıyor. Sessiz ve disipline davranışlar gösteriyorlar. Yemek esnasında ve sonrasında yapılan sohbetlerde “dışarıdan gelen herhangi bir ŞEYE (kişi, talep, yenilik önerisi vb.)” karşı ne kadar temkinli ve gene kuşkucu olunduğuna tanıklık ediyorum. Eşimin hazırlamakta olduğu planlar da dahil sanki her şey korkuya kapı açacak hissi var insanların üzerinde.
İki gece kalıyoruz manastırda. Kısa süreli yapılan turist ziyaretlerinin manastır yaşayanlarında rahatsızlık uyandırdığını görüyorum. İçten bakarken dıştan gelene “sanki biraz” anlıyor gibi oluyorum hissedilen rahatsızlığı. Sabah erken yapılan ayine katılıyorum. Bana verilen başörtüsünü takıp takmamak arasında kalıp takmamaya karar veriyorum. Bu kararın arkasındaki “Bana verilen bu başörtüsü istersem takabilirim anlamındadır muhakkak”, düşüncesini şimdi çok yadırgıyorum. Ayin esnasında açık başıma arkadan yanaşan bir rahibe yeni bir başörtüsü atıveriyor ve utanıyorum. Mutfakta bana yöneltilmiş olan o kuşkuyu biraz haklı buluyorum o an.
İkinci gün, Amerikalı rahip bize manastırı gezdiriyor. Peynirden tereyağına, sebzeden her türlü yeşilliğe her şeyin manastırın kendi üretimi olduğunu görüyoruz. Manastır içinde bulunan ve birbirine bağlı hücrelere girip çıkıyoruz duvarlardaki benim ” delik” olarak tanımlayabildiğim yerlerden. Tarih boyunca kimlerin ibadet ettiğini düşünüyorum o hücrelerde. Savaştan kaçanların oralarda saklandığını anlatıyor Amerikalı peder bize. Uzun hikayeleri dinleyerek dışarı.. bahçeye çıkıyoruz. Manastırın yanındaki alana.
Asıl hikayelerden birincisi- pederin özel ve gerçek hikayesi- burada anlatılıyor. Amerikalı Peder dinci bir örgüt tarafından birkaç kez kaçırılmış olduğunu ve nerelerde ne koşullarda (ikisini anımsıyorum: İran ve Ermenistan) zorla tutulduğunu büyük bir soğukkanlılıkla dile getiriyor. Tırnaklarının çekilmiş olduğunu anlatırken bize yansıyan “dehşet” hissi, kaçırılmalarının birinde kendisine iyi davranılmış olduğunu gülümseyerek anlatışındaki “anlayışla” tezat ama yan yana duruyor tam karşımızda.
İkinci asıl hikaye, Midyat’a gelişimizden ayrılışımıza kadar olan o kısa sürede her yerde karşımıza çıkan o “kuşkunun” nedenlerinden birine doğru bir ışık tutuyor bana.
“Hepsini kendi ellerimle ben gömdüm, “diyor Amerikalı peder. Elleriyle gömmüş olduğu detayını vermemiş olsaydı anlattıklarına inanır mıydım (hele ki o zamanki “saf” aklımla), bilmiyorum. Bir Süryani köyünde olanlardan bahsediyor. Erkeklerinin meydanda toplanılıp tarandığı bir Süryani köyünden. PKK’ya yardım ve yataklık yaptıkları şüphesiyle/inancıyla/suçlamasıyla yargısız infaz edilen bir köy dolusu erkek…” Olaydan sonra emri veren subayın yargılanıp ceza aldığını ekliyor Peder. Bizim içimizi rahatlatmıyor olsa da bunu duyduğuma seviniyorum.
“Hepsini kendi ellerimle gömdüm, “cümlesi yaşadığımız son günler ve süreç içinde bana çok daha fazla şey ifade ediyor. Kuşkuyla yaklaştığımız “hareket” ne kadar gerekli sanki daha anlıyorum. O coğrafyadaki korkuya ve korkunun izi olan kuşkuya uzaktan ve kısa süreli (ve neredeyse onyıl önce) tanıklık etmiş biri olarak, hareketin gideceği noktada korku ve kuşkunun yerine ne koyulacağını merak ediyorum. Acı çeken insanların etnik kökenin ne olduğunun önemini es geçmesem de, çekilen acının değişmez ortaklığını daha çok önemsiyorum her barış isteyen insan gibi. O ortak acının yerine yeni ve somut bir şey gelecek mi? Yoksa her şey ağzımıza çalınan bal tadında bir hayalden mi ibaret kalacak? Ya da hayal gerçekleşti diyerek sevinç duyarken aslında bunun başka birilerinin hayali olduğuna mı uyanacağız? Ya da.. hiçbir zaman uyanmayacağız mı?
Güncelleme Tarihi: 1 Eylül 2009, Fotoğraflar: Hakan Aytekin Arşivi
Kaynak: www.serbestyazarlar.com