''Başkalarından nefret etmenin bedeli, kendini daha az sevmektir''*
Irkçılık, özellikle bir "ırk" veya "ırklar"a üstünlük atfederek ayrım yapmaya olanak tanıyan, o "ırk"a ait olduğu varsayılan karakteristik özellikler veya yetenekler varsayımına dayanan bir ideolojidir. Aynı zamanda bu anlayışa veya inanca dayanan bir önyargıdır. Bir ideoloji olarak ırkçılık, 19.yüzyıl boyunca özellikle insanlığın "ırksal sınıflandırması"nı gerçekleştirme iddiasındaki "bilimsel ırkçılık" ideolojileri sayesinde görünür hale gelmiştir.
Toplumsal ayrımcılık, ırkçı aşağılama, nefretin ve şiddetin yaygınlaştırılmasında her zaman başvurulan bir araç oldu. 21 Mart 1960 tarihinde Güney Afrika’da ayrımcı rejimin polisi, barışçıl bir şekilde "eşit haklar ve ırkçılıkla mücadele" talep eden insanlara ateş açtı. Bu kanlı olayı ve onun ardındaki insanlık dışı dünya görüşünü kınamak ve gündemde tutmak için Birleşmiş Milletler 1966 yılında 21 Mart’ı "Uluslararası Irkçılıkla Mücadele Günü" ilan etti. Irkçı şablonlar, fıkralar ve hakaretlerin günlük dilimizdeki yaygınlığına rağmen, birçok ülkede ırkçı ayrımcılık yasadışı olarak kabul edilmektedir.
Bu hususta fiziksel şiddet içerse de içermese de nefret motivasyonunun çok ciddi bir fonksiyonu var. Önyargılarla oluşan bu duygunun kontrolü zorlaştıkça asimetrik yıkıcı kimliğe bürünebiliyor. Bu tip suçların en vahim yanı, sadece mağduru değil, mağdurla ortak karakteristik özelliklere sahip ya da sahip olduğu var sayılan kişileri de aynı tecrit duygusuna itmesi, yaşadığı toplumda istenmediği hissiyle travmaya neden olabilmesi. Belki de suçlunun yaptıklarından ötürü değil pişmanlık, gizli veya açık övünç duyduğu tek suç türü de budur diyebiliriz.
Nefret söylemlerinin suç olarak algılanması demokratikleşme sürecini içselleştirebilmiş, öz güvenlerini kazanmış Batı devletlerinde bile ancak 1980’lerden sonra olgunlaşmış. Bilgi çağının bu deviniminde artık sivil inisiyatiflerin devreye girip baskı unsuru olmasıyla, gizlemekle bir yere varılamayacağı anlaşılmıştır. Yeni yüzyılda hükümetler inkâr politikasını bırakıp geçmişle hesaplaşma, verilen acılardan duyulan üzüntüyle bir nevi günah çıkarma sürecine girebilmişlerdir.
Türkiye’de nefret söyleminin geçmişte olduğu gibi fütursuzca ifade edilemediği gözlense de bu konuda daha çok yol katedilmesi gerektiği aşikâr. Birçok nedenden dolayı ülkemiz bir süredir toplumun farklı kesimleri arasında kutuplaşmalara sahne oluyor. Geçmişteki yanlış devlet politikaları, Güneydoğu'da neredeyse 30 yıldır süren çatışmalar, zorunlu yerinden etmeler nedeniyle yaşanan ani demografik değişim; bu değişimin yerel halkla yaşanan sancıları ve demokratik açılımlar, topluluklar arası gerginliğin artmasına neden oldu. Açılım süreçlerini hazmetme aşamasında, hassasiyetler daha da kritik hale geldi. Teolog Abraham Heschel tam da bu noktada "Irkçılık, insanlığın karşısındaki en ölümcül tehlikedir; minimum nedenle maksimum nefret" saptamasını yapar.
Özellikle medyada ırkçı söylemler manşetlerden iner gibi gözükürken bir yandan da satır aralarında bu söylemin izlerini rahatlıkla görme olanağı tanıyor. Kullanılan ayrımcı, taraflı ve önyargılı dil özellikle de azınlık hakları, silahlı çatışmalar ve AB üyelik süreci gibi konularda kendini daha fazla gösteriyor. Kimi zaman hedef göstermelerle bir toplum veya üyesine ölümcül fiziksel saldırılara varan sonuçlar doğuyor. Özellikle bazı politikacılar siyasi çıkarları için ırkçı ayrımcılığı halen yaygın olarak kullanabilmekte. Bu yoğun ortam hep korkuyla birlikte yoğruluyor. Uçsuz bucaksız bir imparatorluktan çok daha küçük bir toprak parçasına sıkışmışlık hissi, bölünme kaygıları maneviyatımızı da mengeneye sıkıştırıyor. Toplumun gelişimindeki en mühim "sosyal sermaye" yani ötekine güven duygusu bir türlü pekişemiyor. O yüzden de örneğin 1900'lerin başında 1 milyon nüfuslu İstanbul’un % 25’i azınlık nüfusu iken bugün ülkemiz çapında binde 1‘lere gelinmesi dahi sürekli pompalanıp yaratılan tehdit algısını dindiremiyor. Yine her defasında övünçle nüfusun % 99 küsurunun Müslüman olduğu vurgusu yapılırken öte tarafta çok az misyoner üzerinden Türkiye’nin "gâvurlaşması" paranoyalarına sığınılıyor. Hemen hemen herkesin geçmişte tanıdığı, yadettiği Ermeni ustaları veya Rum komşuları var. Şimdiyse geriye sadece tanınmamış olanlarına karşı belirli odaklarca akıtılan nefret kalıyor. Kimse yokluklarının sebebiyle yüzleşemiyor; kaybolan dillerin fısıltılarıysa her köşe başında koca târihi yapıların taşlarında sızlıyor...
Toplumsal temelde kültürel fobilerimiz var, yabancı korkusu/düşmanlığı (zenofobi), İslamofobi, homofobi, misojini (kadın düşmanlığı), bölünme fobisi vb. Özünde bilinmeyen bir şeyin yabancısı olma ve ondan nefret söz konusu. Yüzleşmedikçe derine işleyen kaygılar, ötekileştirileni aşağılayarak kendini yüceltmede çare arıyor. Ötekileştirmenin izdüşümlerine tarihsel derinliği olan çeşitli atasözleri ve deyimlerde tanık olabiliyoruz.Yaşantımda beni sarsmış böyle bir söylem, askerken kıdemli bir komutanın kızgınlık anında, "Bana faydası olmayan kilisenin papazını s.kerim" haykırmasıydı. İçtimada koca bir bölük içinde dalgalanan ve ilk defa duyduğum bu sözle kan beynime sıçramıştı. Tanıyan arkadaşlarımın bana doğru dönüşleri ve yüzlerindeki o mahcup ifade halen zihnimde canlılığını korur. Karşı refleksle yaptığım çıkışa çevremden destek gelmeseydi "askerliğimi yakmama" belki de ramak kalacaktı. Sonradan, Anadolu'da yaygın olarak bilindiğini öğreneceğim bu deyimin şokunu yaşarken, o arbedede gözüm az ötedeki minyatür kiliseye takılmıştı. Düşman bölgesinde yön tayini için eğitim istasyonunda yer alan, betondan yapılmış yaklaşık bir metre boyunda, çan kuleli bir yapıydı. Yanıbaşındaki minyatür camiyle soluk bir grilik içindeydi. Daha bir kaç gün önce arkadaşlarla şunlara el atalım deyivermiş, ben camiyi, arkadaşlardan biri de kiliseyi birbirlerine uyumlu sıcak renklerle güzelce boyamıştık. Ardından yeniden bir açılış yapar gibi, az da olsa bildiğim Arapçayla din dersinden hatırımda kalan bir sureyi kafa göz yara yara okumuş, arkadaşım da ilk defa bilgisayar faresini kullananların komik acemiliğinde elini önce alnına mı yoksa omzuna mı götürerek istavroz çıkaracağını bilememenin şaşkınlığı içinde gülüşmüştük.
Küfür olayının şoku geçtikten sonra bu sefer de sabaha karşı nöbetçi subayın odasında beni beklediği talimatıyla uyandırıldım. Çapkınlığıyla meşhur komutana hayrolalar çekerek odasına geçtim. Kapıyı usulca kapadı ve yanıma ilişip karısının kendisine "papaz büyüsü" yaptırdığını ve büyüyü bozmak için ne yapmamız gerektiğini sordu. İlk şaşkınlığın ardından meseleyi kavrar kavramaz, en yakın kilisenin İskenderun’da olduğunu pazar günü için izin çıkartırsa gidip papaza sorabileceğimi söyledim. Beklendiği gibi izin çıktı; İskenderun'da keyifli bir kültür gezisini tamamlayıp geri geldim. Karısını da düşünerek yapacak bir şey yokmuş deyip olayı kendi haline bıraktım. Hülasa, kilisenin komutana değil ama bana faydası olmuştu.
"Bazılarından nefret ederiz çünkü onları tanımayız; öte yandan onlardan nefret ettiğimiz için de onları asla tanıyamayacağız" diyor yazar Charles Colton. Kültürel kimlikler ve grup özelliklerine tahammülsüzlük gibi unsurlar da bu ruh halini tetikler. Geçtiğimiz yıl gercekleştirilen ve basında "Farklılıklarımız Korkularımız Olmuş" (1) manşetiyle çıkan anket sonucunun en çarpıcı örneklerinden biri de hayatlarında bir Yahudi tanıdığı bile olmayan % 90’lık kesimden bir Yahudi ile komşuluk yapmak istemeyenlerin oranının % 43 olmasıydı.
Bilinmeyenin, bastırılmış olanın huzursuzluğu ve yıpratıcılığıyla ilgili olarak gazeteci Hasan Cemal, "1960’ların başında ben siyasetbilimi okudum Ankara’da. Dört yıl boyunca Mülkiye’de kimse bana örneğin Kürtleri, Kürt isyanlarının nedenlerini, Alevileri ve inançlarını, bu ülkenin toplumsal dokusuyla kimlik meselelerini öğretmedi. 1915’in gerçek yüzünü, Ermenilerin acılarını kimselerden duymadım. Dersim’e gelince isyandı, o kadar. Oysa Dersim isyan değildi. 6-7 Eylül de bizim tarih kitaplarının yazdığı gibi değildi. Bize bunlar öğretilmedi. Resmi tarih bunları yazmadı. Karanlıkta tutulduk. Uzun lafın kısası: Yalanda yaşatıldık. Yalanda yaşayan çoğu insan gibi, toplum olarak da kendi kişiliğimizi bulamadık, olgunlaşamadık. Bu yüzden de iç huzuruna eremedik, iç barışımızı yakalayamadık..." diye vurguluyor. Aklıma Hrant Dink’in öldürülmesinde Profesör Arus Yumul’un son derece çarpıcı yorumu takılıyor. "Ötekinden nefret ettirilenler ve koşullananlar, kafalarındaki düşman imgesini bir türlü Hrant’ın hümanist kimliği ile örtüştüremedikleri için huzursuz, rahatsız oluyor, onu bir konumda tanımlayamıyorlardı. O yüzden de bilindik Ermeni düşman imgesinin dışındaki bu kimliği yok ederek içlerindeki uğultuyu, belirsizliği bertaraf ettiler."
Yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü kuvvet olarak adlandırılan medya (basın-yayın) , en etkin kültürel iletkenlerden biri. Bu nedenle çeşitliliği ve farklılığı öne çıkarmaya gücü olduğu kadar, bu çatışmayı sıradanlaştırma ve yayma konusunda da son derece etkili ve yönlendirici olabiliyor. Uzun yıllar Türkiye medyası milliyetçi ve ayrımcı söylemin topluma yayılmasındaki en etkin kaynaklarından biri oldu. Bu gazetecilik türünün toplumdaki kutuplaşmaya dikkate değer bir ‘katkı’ sağladığı ortada. Televizyon, başlı başına önemli bir silah. Toplumumuz sözlü kültürden yazılı kültüre geçme sürecini tamamlayamadan görsel-işitsel kültürle tanıştı. "Görülen", muhakeme etmeden ve doğrudan bir gerçek, bir bilgi olarak algılanıyor. Dizilerde, etnik grupları kimlikleri rencide edici "senaryolar" ortaya konuyor. Nefret suç ve söylemlerini irdelediğimizde, toplam içinde etnik temelli olanların % 42 ve dinsel temeldekilerin de % 20 oranı durumun ciddiyetini ortaya koyuyor.
Bu mecrada son yıllarda teknolojinin hayatımızda daha fazla yer almasıyla "yeni medya" olarak tabir edilen interneti de vurgulamamız gerekir. Gündelik yaşamda üretilen nefret söylemi, elbette hızla genişleyen sosyal ağlara da internet kullanıcıları tarafından taşınıyor. Irkçı içerikli sitelerin sayısı katlanarak artıyor. Üstelik çoğu zaman, kimliklerin gizli tutulabilmesinin verdiği özgüvenle, çok daha sert, tehditkâr ve ayrımcı olunuyor. Nefret söylemi, yeni medya ortamının bu özelliklerinden dolayı çok daha kolay bir şekilde sıradanlaşıyor. Ağ bağlantıları ile binlerce kullanıcının oynadığı video oyunlarında eğlence sosuna bulandırılan etnik ve seksist gerçek düşmanlıklar sanallaşıyor. Bu süreç elbette tehlikeli, çünkü sonuçta ayrımcı ve dışlayıcı söylemler bireyleri ve dahil oldukları grupları etkileyebiliyor, kıskaçlarına alabiliyor. Biriken bu nefretin gelebileceği nokta da fiziksel nefret suçlarının zemin kazanması ve yaygınlaşması; hatta kimi zaman 'ırkçılığın içselleştirilmesiyle' bireyin öğrendiği nefreti ait olduğu topluma karşı yansıtmasına kadar varıyor. Kasım ayında yayımlanan "Yeni Medyada Nefret Söylemi"(2) isimli kolektif çalışma ırkçılığın gelişme potansiyeline önemli bir farkındalık yaratıyor. Yeni medyanın eski medyayla çakıştığı nokta da gazetelerin internet okurlarının haberlere yaptığı yorumlar alanı. Bunların nefret söylemi üretiminde kimi zaman haberlerin önüne geçtiği ve geleneksel medya ve politikacıları bile etkileyebildiği gözlemleniyor. Yukarıda anılan çalışmanın önsözünde "Bu söylemler esas mahiyetleri görünmez kaldığı ölçüde ideolojik işlev gösterirler ve toplumsal çatışmaların maddi sebeplerini örterek bizi demokratik çözümlerden uzaklaştırırlar. Bu örtüyü kaldırmanın tek yolu, o söylemlerin "nefret söylemi" olduklarını açığa çıkararak toplumsal olarak mahkûm edebilmektir" deniyor.
2004 yılında imzalanan Avrupa Siber Suç Sözleşmesi'ni onaylayan 26 ülkenin yanında Türkiye'nin de yer alması süreci kontrol altına almada bir adım olabilir. İşte bunu da gerçekleştirmenin yolu baskı oluşturabilecek gönüllü sivil toplum örgütlerinin koordineli çalışmasından geçmekte. Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe Girişimi (3) (DurDe) içinden doğan Sosyal Değişim Derneği, bir süredir "Nefret Suçlarına Karşı Platform" çatısı altında ilgili sivil toplum kuruluşlarını ve inisiyatiflerini bir araya getirmeye çalışıyor. Bu iki hareketin dışında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Geliştirme Merkezi, İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP), Uluslararası Hrant Dink Vakfı, İnsan Hakları Gündemi Derneği, Nefretme Oluşumu, Kaos GL, Pembe Hayat, Siyah Pembe Üçgen, İzmir LGBTT Derneği ve Lambda İstanbul, İnsan Hakları Araştırmaları Derneği (İHAD) de konu üzerine hassasiyetle eğilerek türlü açılımlarıyla çalışmaktalar.
DurDe Platformu her türlü ırkçı yaklaşımla ilgili uyarılarda bulunmayı, bu konudaki haberleri paylaşıp demeçlerle kamuoyu yaratmayı amaçlamakta. Okurların seçimleriyle düzenli olarak ayın ırkçısı seçimleri ilgiyi sürekli tutmada etkili gözüküyor. Sosyal Değişim Derneği çatısı altındaki Nefretme (4) web sitesinin yanısıra Nefret Söylemi (5) portalı da çeşitli faaliyetler düzenliyor. Bu platformlar aracılığıyla etkinlikler düzenleme, taranan gazetelerden seçilen ve okurların ihbar ettiği ırkçı haberleri sitede ifşa ederek odaklanma amaçlanmakta. Uluslararası Hrant Dink Vakfı’nın(6) sahibi olduğu Nefret Söylemi sitesinde dörder aylık zaman dilimleri içinde gazetelerdeki nefret söylem ve suçları ile ilgili medya takip raporları (7) ile detaylı analizler yapıp önceki dönemlerle karşılaştırmalar yapılıyor. Periyodik raporlamalar, gazetelerin farklı haberlere yönelik davranış kalıplarını irdelemede veri tabanı olarak önem teşkil ediyor.
Ayrıca Hrant Dink Vakfı’nın, merhum Dink'in "Sağduyunun, vicdanın sesi suskunluğa mahkûm edildi, şimdi o vicdan çıkış yolu arıyor" cümlesinden ilham alarak periyodik olarak düzenleyeceği Vicdan Filmleri adlı kısa film yarışması da ilgimi çeken bir diğer etkinlik oldu.(8) Sosyal Değişim Merkezi, "Ulusal Basında Nefret Suçları: 10 Yıl 10 Örnek" başlıklı bir çalışmayı 2009–2010 yılında tamamlamış(9) ve halen yürüttükleri kampanyayla nefret suçları yasası, bilgilendirme ve izleme merkezi kurulması, sempozyum düzenlenmesi gibi çeşitli girişimlerde bulunuyor.
Tarih Vakfı’nın, ilki 2002–2004, ikincisi de 2007–2009 dönemlerini kapsayan, ders kitaplarında insan hakları ihlalleri ile ilgili kapsamlı bulgu ve tavsiye raporları da (10) kıymetli çabalar olarak değerlendirilmeli. İlköğretim seviyesindeki öğrencilerle yapılan bir ankette en az sevilen halk olarak seçilen kesimlerin günümüzde ebeveynlerin düşmanlık beslediği kesimlerle aynı olması durumun kritikliğini ortaya koyuyor. Büyüklerin nefret söylemlerinin küçüklere geçişkenliği, bebekten katil yaratmanın ipuçlarını da veriyor. Anadolu deyişi "çubukken çıtlamayan ağaçken kütlemez" öğüdünden hareketle meselenin en can alıcı noktası da gelecek nesil üzerine odaklanıyor.
İnsanlık onuru, yaşamın tüm renklerine sahip çıkmayı gerektiriyor. Vatan sevmekten çocuklarını sevmeye vakti olmayan bir toplum olarak öncelikle eğitim sistemimizdeki ayrık otlarını temizlemek ve nefret suçu yasalarını siyasetçilere kabul ettirecek sivil örgütlere destek çok önemli. Medyanın farklı mecralarında da zararlı yayınlara karşı her bireyin gönüllü katkı sunabileceği platformlar görüldüğü üzere aktif durumda. Ayrımcı sosyal ağlara karşı yine aynı kanalları kullanarak mücadele tek yolumuz. Yarınlara daha az nefret daha fazla sevgi mesajını taşımanın sorumluluğundayız. Yaşamımızın yoğun ideolojik bombardımanında, bu tür söylemlere kayıtsız kalmadan her tür ırkçılığa ve ayrımcılığa "DUR" diyebilmek dileğiyle...
"Hiç kimse derisinin rengi, kültürel arka planı ya da dini inançları yüzünden başkasından nefret ederek doğmaz. İnsanların nefreti öğrenmeleri gerekir ve nefret etmeyi öğrenebiliyorsa, sevgiyi de öğrenebilir, çünkü sevgi insan kalbine diğer hislerden çok daha doğal gelir." Nelson Mandela
E-posta : ozcangecer@suryaniler.com
1) http://www.suryaniler.com/haberler.asp?id=601
2) http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetay&ArticleID=1026576&Date=19.11.2010&CategoryID=40
3) http://www.durde.org/
4) http://www.nefretme.org/
5) http://www.nefretsoylemi.org/
6) http://www.hrantdink.org/
7) http://www.nefretsoylemi.org/rapor_aciklamalar.asp#
8) http://www.vicdanfilmleri.org/?see=3l26o
'Öteki' isimli duvarları örmek ve yıkmak üzerine anlamlı bir animasyon
http://www.vicdanfilmleri.org/?see=whois
'Vicdanın İki Yüzü' isimli iki arkadaşın vicdan üzerine komik diyalektik çatışması
9) http://www.sosyaldegisim.org/wp-content/uploads/2010/10/nefret_suclari_light-.pdf
10 Yıl 10 Örnek raporu
10) http://www.tarihvakfi.org.tr/dkih/
Tarih Vakfı Ders Kitaplarında İnsan Hakları Projesi
http://www.dailymotion.com/video/xfl9u9_hangisi-guzely-ycselleytirilmiy-irkcylyk_shortfilms
Oyuncak bebek deneyi - İçselleştirilmiş Irkçılık
Teşekkürler : Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu, Cengiz Alğan, Emre Taylan
Güvercin Fotosu : Skylar Smythe
Çocuk Fotoğrafı : Yıldız Çelik ( Foto, Yağmur Ataklı-Mardin)
* Eldridge Cleaver