Bir süre önce birçok haber kanalında da servis edildiği üzere, 20 Ekim tarihinde, Türkiye’deki azınlık temsilcileri birleşerek Mardin’de Türkiye’nin Barış Pınarı harekâtına destek için bir ayin düzenlediler.Bu yazıda, bahsettiğim ayini operasyon destekçisi ya da karşıtı ikiliğinin ötesine geçerek, Süryani halkının konumu özelinde Türkiye’deki dinsel azınlıkların sosyo-politik konumunu okumak açısından önemli görüyorum. Zira harekatın yapıldığı alanda yaşayan Süryani nüfus düşünüldüğünde Türkiye’de yaşayan Süryanilerin durumu bir değerlendirmeyi hak ediyor.
Anadolu Ajansı’nın haberine göre Süryani Kadim, Süryani Katolik, Keldani, Rum, Ermeni ve Musevi ruhani liderlerin katıldığı ayinde “Türk Silahlı Kuvvetlerinin terör unsurlarına karşı yürüttüğü Barış Pınarı Harekatı'nda görev alan askerlerin selameti, ülkenin bekası ve savaş mağduru Suriyelilerin sağ salim vatanlarına kavuşabilmeleri için toplu dua edildi.” Deyr-ül Zafaran manastırında gerçekleşen ayini Süryani kadim dini liderleri yürüttü. Bu ayin Türkiye’de birçok vatandaş tarafından olumlu şekilde karşılandı, sosyal medyada çokça paylaşıldı, hatta bazı barolara ve meslek odalarına “azınlıklar kadar olamadıkları” gerekçesiyle sitem vesilesi oldu.
Azınlık temsilcilerinin özellikle Türkiye’nin şu anki politik atmosferi içerisinde söyleyeceklerini elbette düşünüp tartmadan söylemedikleri düşünülemez, zira diğer tüm toplumsal gruplar gibi onların da söylemleri ülkenin politik durumundan azade değil. Hatta söylem üretme zorunlulukları da tam da Türkiye’deki konumları ile doğrudan ilişkili. Bu yazıda, bahsettiğim ayini operasyon destekçisi ya da karşıtı ikiliğinin ötesine geçerek, Süryani halkının konumu özelinde Türkiye’deki dinsel azınlıkların sosyo-politik konumunu okumak açısından önemli görüyorum. Zira harekatın yapıldığı alanda yaşayan Süryani nüfus düşünüldüğünde Türkiye’de yaşayan Süryanilerin durumu bir değerlendirmeyi hak ediyor.
Türkiye’de “Cici” bir azınlık olmak
Bilindiği gibi nüfus açısından Süryaniler çok değil, yüz yıl önce Tur Abdin’in birçok bölgesinden çoğunluktaydılar. Gerek güneydoğunun yapısal ekonomik gelişmişlik sorunu gerekse dinsel ve etnik çatışmalar dolasıyla bölgedeki Hıristiyan nüfus özellikle 60’lı yıllardan itibaren hızla kan kaybetti, birçok Süryani Almanya, İsveç, Hollanda gibi Batı Avrupa devletlerine göç etmek zorunda kaldı. Bir zamanlar bölgenin çoğunluğunu oluşturan Süryani nüfus, şu anda bölgede yaklaşık 3.000 kişi, İstanbul’da ise 15.000 kişi ile genel nüfusun binde birine bile tekabül etmiyor. Dahası Süryani göçleri, nüfusa ve bölgenin etnik kompozisyonuna olan bu etkilerinin yanı sıra geride bırakılan malvarlıkları, dini alanların idaresi ve takibi ve en nihayet kimlik üzerindeki talepler gibi ilgili birçok problemi de dolaylı olarak ortaya çıkardı. Bunlar da kendi içerisinde farklı farklı hukuksal düzenlemelere denk düşen çeşitli sorunları doğurdu. Yıllardır çözülemeyen bu hukuki sorunlar, Süryanilerin devletle olan ilişkilerini etkilediği kadar onları düzende tutmaya yarayan araçlar ve teknikler olarak da kullanıldı.
Süryanileri denetim altında tutmak için kullanılan bu teknikler, aslında genel olarak azınlıkların idaresine hâkim ideoloji ile oldukça paralel olup, bu idareyi mümkün kılan teknikler, Osmanlı devletinden Cumhuriyet’e miras kalan bir hattı işaret etmektedirler. Bu hattı kuran temel sistem ise millet sistemi ve zımmilik statüsüdür. Bilindiği gibi millet sistemi içerisinde Osmanlı döneminde azınlıklar zımmi denen özel bir statüye sahiplerdi ve bu statü onlara görece bir özerklik ve güvenlik sağlasa da belli borçlar doğuruyordu. Bu sosyal sözleşme, onları Müslüman çoğunluğun tebası haline getirip var oluşlarını bir anlamda çoğunluğa kıyasla “ikincil” olarak konumlandırmaya dayanmaktaydı.
‘Seküler zımmilik’
Her ne kadar tarih içerisinde bu sistemde birtakım revizyonlar yapılsa da azınlık haklarına ilişkin Türkiye’nin temel rejimini kuran Lozan Anlaşması imzalanana kadar bu sistem değişmedi. Hatta Lozan’dan sonra dahi azınlıkları idare etmeye ilişkin güvencesizleştirme ve mülksüzleştirme tekniklerinin benzer kaldığını iddia edebiliriz. Ekmekçioğlu (2016) Türkiye'deki Ermeni cemaati üzerine yaptığı çalışmasında, buna azınlıkların Cumhuriyet dönemindeki konumlarını “seküler zımmilik” kavramını kullanarak dikkat çeker. Ona göre Osmanlı döneminde dinsel bir kavram olan zimmi statüsüne gömülü “hâkimiyet/tâbiyet” ilişkisinin özü Cumhuriyet sonrasında da korunmuş, ancak paradoksal bir şekilde laik bir konsepte dönüşmüştür. Cumhuriyetin seküler zimmileri olan azınlıklardan ise devlete olan sadakatlerini gerek pratikler gerekse söylemler düzeyinde göstermeleri beklenmektedir.
Bu yüzden özellikle gayrimüslim azınlıklar bu sosyal sözleşmenin içerisinde her zaman vatanseverliğini göstermeleri, yeri geldikçe tekrar tekrar ispatlamaları gereken potansiyel işbirlikçiler olarak görülmektedirler. Azınlıklar Türklüklerini yeterince ikna edici olarak kanıtlayamadıklarında ise kimi zaman mülksüzleştirme kimi zaman marjinalleştirme gibi devletin dışlayıcı pratikleri ile karşı kalırlar.
Bu sistemin çıktısı olarak, makbul vatandaş olarak görülen Türk ve Müslüman kimliklerinin kurucu karşıtı olan azınlıklar, birçok devlet kurumunca yabancı olarak kodlandı ve eşit vatandaş sayılmadılar. Örneğin oldukça yakın tarihe ait olan ve azınlık vakıflarının mal edinmeleri yasaklayan meşhur kararında Yargıtay şöyle demekte: ‘’Görülüyor ki Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişiliklerin taşınmaz mal edinmeleri yasaklanmıştır. Çünkü; tüzel kişiler gerçek kişilere oranla daha güçlü oldukları için bunların taşınmaz mal edinmelerinin kısıtlanmamış olması halinde devletin çeşitli tehlikelerle karşılaşacağı ve türlü sakıncalar doğabileceği açıktır.” (Yargıtay HGK, 08.05.1974 tarih ve 2/820-505 sayılı)
Bu çerçevede Lozan Antlaşması’nın görece korumasından, son birkaç yıla kadar yalnızca azınlık olarak kodlanmış “şanslı azınlık”lar yararlanabildiğini de eklemek gerek. Örneğin, Keldaniler, Ezidiler ya da Süryaniler uzun yıllar yasal olarak azınlık olarak değerlendirilmediler ve Lozan’ın uygulaması dışında bırakıldılar. Kimilerine göre bunun sebebi Süryanilerin kendilerini “azınlık değil birinci sınıf vatandaş” olarak görmeleri dolayısıyla bu statüyü reddetmeleriydi. Her ne kadar özellikle devlet yanlısı çevrelerde yaygın olarak inanılsa da bu iddianın doğruluğu şüpheli, ancak bir toplumun eşit vatandaş olabilmek için kimliğini reddetmek zorunda bırakan bir söylemi üretmesi açısından çarpıcı bir örnek. 2019 yılı yazında doktora tezimin saha araştırması kapsamında Mardin’de, görüşmecilerimden biri Süryani halkının devlet gözündeki algısını “cici azınlık” kavramıyla açıklıyor: “…Devletin nezdinde biz ‘cici’ bir azınlığız. Söylenmiyor bu ama öyleyiz. Zararsız… süsleme objesi gibi bir şeyiz. Şu an öyle gözüküyoruz ... Örneğin bir gün Jandarma Komutanın yanına gittiğimde dedi ki, ‘Keşke bu Kürtler yerine siz olsaydınız buralarda.’ Dedim ‘Komutanım zaten bizdik, tükendik şimdi.’ Valla hatalar yapıldı, dedi.”
Tur Abdin’deki mülksüzleştirmenin politikası
Görüşmecimin anlattığı anekdottaki bölgede tükenmek üzere olan, egzotik bir varlık olma hali, esasen göçün ve dolayısıyla da bölgedeki devlet politikalarının sonucu. Yazının başında belirttiğim gibi hızla gerçekleşen Süryani göçleri geride çözülmemiş birçok hukuki sorun bıraktı ve bunların en başında gelen mülkiyete ilişkin anlaşmazlıklardı. Tarihsel olarak Süryanilerin anavatanı olan Tur Abdin bölgesindeki mülksüzleştirme politikası bölgedeki azınlıkların var olma mücadelesinin nasıl yaşandığını göstermesi açısından önem taşıyor. Bölgede yaşanan mülkiyet anlaşmazlıkları ile ilgili en önde gelen sorun elbette defalarca gündeme geldiği gibi vakıflara ait olan araziler ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na devir meselesiydi. Her ne kadar devir işlemi kamuoyunun da baskısıyla kısa süre içinde iptal edilmiş olsa da olayın nasıl gerçekleştiği bu denetim aygıtlarının nasıl işlediğini göstermesi açısından dikkate değer: 2012 yılında büyükşehir yasasının değişmesi sonucu Mardin bir büyükşehir oldu ve daha önceden köy tüzel kişiliğinin tuttuğu mallar köy tüzel kişiliklerinin feshedilmesiyle Hazine’ye oradan da Diyanet İşleri Başkanlığı’na aktarıldı. Uzun görüşmeler sonucu çıkarılan bir torba kanunla çekişmeli malların yaklaşık yarısı geri verildi ve bu haber epeyce yankı uyandırdı. Devrin ardından geçici bir rahatlama sağlasa da aslında bu vahim bir durumdu. Zira iadeler, aslında hukuk devletinden bekleneceği gibi bir mahkeme kararı sonucu değil, gruba özel düzenlemeyle gerçekleşti. Öte yandan Mor Gabriel Manastırı’nın yaklaşık 10 yıldır devam eden arazi davasını göz önünde bulundurduğumuzda yargı yolunun cazip bir çözüm sunduğu söylenemez. Bu tablo içerisinde, bir grubun zaten sahip olduğu malvarlığını önce Hazine’ye aktarıp ardından yarısının talep üzerine geri verilmesinin nasıl bir hukuk güvenliğini sağladığı okuyucunun takdirinde.
Dini azınlıkların mülksüzleştirilmesinin ve güvencesizleştirilmesinin nasıl işlediği ile ilgili sahada tanık olduğum diğer örnek ise Süryani köylerine ait arazilerin civar köyler tarafından işgali ve bunlarla ilgili süregelen hukuk mücadeleleriydi. Bu işgallerin birçoğunun kökeni yine göçler sonucu köylerin nüfusunun azalması ile bağlantılı. Örneğin, saha araştırmam sırasında gittiğim köylerden birinde, Mardin’in genelinde olduğu gibi 2000’lerin başında kadastro ölçüm çalışmaları başlıyor. Kadastro ölçümleri yapıldıktan sonra köylüler kendi arazilerine komşu Müslüman köyde yaşayan köylülerin ortakçı olarak hak iddialarının haberini alıyorlar. Uzun süren bir dava sürecinin sonunda karar Süryani köylülerin lehine çıkıyor. Ardından 2010 yılında aynı aşiretten bir başkası aynı parseller için tekrar başka bir dava açıyor ve bütün hukuk süreci tekrar başlıyor. Buradan da olumlu karar çıkınca aynı komşu köylüler bu sefer de arazilerin aslında orman arazisi olduğunu iddia ederek Süryani komşularını orman arazisini işgal ettikleri gerekçesiyle bu kez Orman Müdürlüğü’ne şikâyet ediyorlar. Bu üçüncü dava süreci sonucunda Süryanilerin adlarına önceki mahkemeler sonucu kaydolan arazilerden yaklaşık yüzde 30’u geri alınıyor. Yıllarca süren hukuk mücadelesi, mahkeme ve avukat masraflarının aslında arazilerin ederinden bazen daha fazla olduğu göz önünde bulundurulursa sürecin ne kadar yıpratıcı olduğu tahmin edilebilir. Bunun dışında aşiret yapılanmasının da hala bölgede etkili olduğunu ve bunun da sorunların çözümsüzleşmesinde rol oynayan bir başka faktör olduğunu da ekleyebiliriz. Bahsettiğim bu köyün Kafkaesk hukuk mücadelesi yalnızca anlattığım köye özel değil, bölgenin genelinde hukuk sisteminin işlerliğini ve adliye kapısında Süryanilerin pozisyonunu özetliyor.
‘Kaşıkla verip sapıyla gözünü çıkarmak’
Saha araştırmam süresince bitmeyen davaları, keşifler sırasında aşiret desteği alan diğer köylülerin tehditlerini, yıllar süren pahalı hukuk mücadelelerini, art arda gelen tacizler üzerine bıkıp diasporaya gitme hikayelerini neredeyse gittiğim her Süryani köyünde dinledim. Avrupa Birliğine uyum sürecinde ayrımcı yasaların değişmesiyle zamanında umutlanmış bir görüşmecim yaşadığı sorunları isabetli bir şekilde “kaşıkla verip sapıyla gözünü çıkarmak” olarak tanımladı. Yukarıda yalnızca birkaç örneğini verdiğim devletin tüm bu pratiklerini hesaba kattığımızda Süryanilerin, genel olarak ise Türkiye’deki azınlıkların güvensizlik içerisinde yaşarken eşit vatandaş olarak politik söylem üretme sürecine katılabildiklerinden bahsedemeyiz. Her ne kadar bir taraftan her üç ay arayla haber sitelerinde “Süryaniler anayurtlarına geri dönüyor, evlerini tekrar inşa ediyorlar” şeklinde başlıkları görmek kulağa ve suçlu vicdanımıza iyi gelse de döndüklerinde buldukları tablonun o kadar pembe olmadığının altını çizmek elzem. Çünkü üç günlük tur gezisiyle gittiğimizde ünlü pizzacısında “check-in” yaptığımız Kafro köyünü kültür mozaiği hashtag’iyle paylaşmak, daha üç ay önce çıkan ve sebebinin kundaklama olduğu tahmin edilen yangını düşünmekten daha kolay. Tıpkı sosyal medyada azınlıkları meslek odalarına örnek gösterirken ayinin düzenlendiği Deyr-ül Zafaran Manastırı’nın zeytinliklerinin kundaklandığına yüz çevirmek kadar.
Dini temsilci olarak kilise kurumu ve bağlı vakıfların neden yazının başında bahsettiğim ayini düzenledikleri ya da desteklediklerinin bu bağlam içerisinde anlam kazandığını düşünüyorum. Bu bağlamda azınlık temsilcilerini Türklüklerini ispat ettikleri zaman övmek ya da muhalif ses üretememeleri dolayısıyla onları iş birliğiyle suçlamadan önce biraz durup içinde bulundukları hassas politik dengeler ağını hesaba katmak gerekiyor. Zira Atto’nun (2011) da gayet isabetli bir şekilde isimlendirdiği kitabındaki gibi Süryanilerin şu anki durumu “memlekette rehine, diasporada yetim”likten farksız.
Kaynaklar
Atto N. (2011) Hostages in The Homeland, Orphans in the Diaspora Identity Discourses Among the Assyrian/Syriac Elites in the European Diaspora, Leiden University Press.
Ekmekcioglu L. (2016) Recovering Armenia: The Limits of Belonging in Post-Genocide Turkey, Stanford University Press.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 08.05.1974 tarih ve 2/820-505 sayılı kararı.
* Kadir Eryılmaz, Max Planck Enstitüsü, Hukuk ve Antropoloji Departmanı'nda Araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
Kaynak: AGOS Gazetesi, Güncelleme Tarihi: 22 Kasım 2019