Kapalıçarşı, kutu içinde kutu misali belki de içinde kaybolması en güzel tarihi mekanlardan biri. Çocukluğumun çıraklıkla geçtiği dönemlerinde her yaz, çarşının yanıbaşındaki dayımın kuyumcu atölyesinde çalışır, arasıra da o büyülü dünyada gezinme fırsatını yakalardım... İçeri süzüldüğünüzde turistlerin ve mağaza önünde bekleşen çalışanların uğultusu sizi sarmalar; ana caddedeki kuyumcu mağazalarının ışıl ışıl vitrinleri gözlerinizi kamaştırır.
Arka sokaklarında dolaştıkça artık kendinizi
kaybolmaya hazırlamalısınız. Mecburen, ya geçtiğiniz yerlerden bir daha geçersiniz, ya da geçtiğinizi sanırsınız. Her dönemeçte
çeyiz sandığı misali rengarenk el emeklerini seyreder, arada tarihi çeşmelerinden su içersiniz. Gezmekten yorulunca da kahvehane ve hanlarında, bir nefeste kahveyle ortamın tarihi kokusunu harmanlarsınız.
Çarşının en özel bölümü de kalın duvarlarla çevrelenmiş
Bezzazistan-i Atik ya da Cevahir Bedesteni ismi verilen yeridir. Fatih Sultan Mehmet’in 1460 yılında Ayasofya’ya gelir amacıyla kurdurduğu Kapalıçarşı’nın temeli, kapısında tarihi kartal figürü ile Bizans yapısı olan bu yapıdır. Eskiden, mal değiş tokuş ve değerli eşya saklama yeri olan korunaklı mekan, her gün
törensel dualarla açılıp kapanırmış. Şimdi de hepsi Osmanlı döneminden olmasa da, dünyanın bin bir yerinden getirilen irili ufaklı antikalar arasında ikonalar, silâhlar, zırhlar, gemici eşyaları, tespihler, kaftanlar, gümüşler ve daha nice ilginç eşyanın istirahatgâhıdır.
On beş metre yükseklikteki tuğla kemerli kubbelerden oluşmuş tavanı, kesme taşlardan sekiz ayağın taşıdığı alanda dükkânların çoğu kendi alanında özelleşmiştir. Bu da, birbirine yaslanmış küçük dükkanlar ve dar koridorlarıyla Bedesten’i, tekrarlardan arındıran saatlerce gezilesi bir yer yapar.
Kapalıçarşı’ya uzun zamandan sonra bu seferki gidişimin sebebi ilginçti. Kız çocuk isteyen yeni evlilere İran’daki Süryanilerin geleneğince verildiği iddia edilen; kabzası taşlarla süslü
antika bir gümüş kamanın hikayesiydi beni buraya sürükleyen. Nadide! parçayı, İstanbul’da Kapalıçarşı’dan getirdiğini söyleyen kuyumcudan İzmir’de yüksek bedelle alan çift, bazı nedenlerden ötürü satmak zorunda kalmış. Antikayı geri vermek için de bu kıymetli objeye bir Süryani’nin sahip olmasının daha anlamlı olduğunu düşünerek bizden yardım istemişlerdi. Geleneklerimizde
silah ya da
kama gibi unsurların olmamasına rağmen önyargısal bir yorum yapmamıştım. İçimden , bu ürüne bir hikayenin etiketlenerek antikaymışçasına satışının yapıldığı gelse de bunu seslendiremedim; zira Süryani kültürel değerlerinin, şimdi dolandırma malzemesi olarak kullanılmasının iç sıkıntısını taşıyordum. Kapalıçarşı’da, yine İran’dan geldiği iddia edilen, taşlarla bezeli bir taçın aynı miktarlara antika olarak satılmak istendiğini ve hiç alıcı bulamadığını duyduğumda durum netleşmeye başlamıştı.
İşte bu keyifsizliği üzerimden atmak için, Bedesten’e doğru yöneldim. Vitrinleri ağır adımlarla inceleyip ilk köşeyi dönecekken, sol yanımda dükkan yerine derin sayılabilecek bir koridorla karşılaştım. İçeri doğru baktığımda, sırtı duvara dayalı sempatik bıyıkları ile gülümseyen dükkan sahibi ile göz göze geldim. Kafamı refleksle kaldırdığımda girişin üzerinde Merdenyan ismine takıldım. Duvardaki kimi gazete küpürlerini gördüğümde de bu ismi nerden hatırladığımı çıkarmış oldum. Sıcak selamlaşmanın güvenine ve mekanın albenisine kapılıp yavaşça içeri yöneldim. Dar geçitin sağındaki oyukta , inceden yanan kilise tütsüsünden ikonaya, Davut yıldızından besmeleye, kullanılmış adaklıklardan lületaşı işlemeli deniz kızına türlü eşyalar, daha girişte farklı bir yere geldiğimi müjdeliyordu.
Odaya yaklaştığımda karşımda küçük bir mekandan beklenmeyecek çekicilikte bir manzara...Antik taş duvarların dokusu, girintili çıkıntılı doğal haliyle korunmuş...Camdan yapılmış raflı vitrinlerde de merakımın asıl nedenleri duruyordu...Hünerli ellerde çeşitli inanç ve dilleri yansıtan hat yazıların tezhiplerle bezendiği özel işlenmiş yapraklar...Bu efsunlu odada kendimi tanıttıktan sonra, üretilen eserlere hayranlık duyarak ustaya lütfederse kendisini de tanıma isteğimi belirttim.
Onnik Merdenyan...Antikacı çıraklığına 10 yaşında 1968’de Kapalıçarşı’da başlamış. Sabahları dükkanı açar, öğlen okuluna gidermiş. Lületaşından pipo, kutu satan bir esnafa ortak olduğunda henüz 17 yaşındaymış. Evlenmiş, bir oğlu olmuş. Lületaşı işini sürdürürken , 1991’de üç metrekarelik dükkanda kendi işini kurmuş.
Oğlunun vaftiz töreninde kuzeni, difenbahya adında bir süs bitkisi getirmiş. Anısı olsun diye bitkinin yapraklarından birini, kuruması için kitaplığındaki ansiklopedinin arasına koymuş. Bir süre sonra, araştırdığı konu için ansiklopediye göz atarken kurumuş yaprağın sayfasına denk gelmiş. "İpeksi yüzeyleriyle, kelebek kanadı kadar zariflerdi" diyor Merdenyan. Hemen bu yapraklardan bir tane daha bulup onu da kurumaya bırakmış. Aradan bir yıl geçince komşu dükkana uğrayan ve cam,deri gibi değişik malzemelere hat sanatını uygulayan bir esnafa yaprağa da işleyip işleyemeyeceğini sormuş. Soruş o soruş...
Yapraklara , Kanuni’nin tuğrası ve Yunus Emre’nin bir sözünü uyguladıkları gün, pipo almak için dükkana gelen turistler bu özgün ürünlerden etkilenmiş ve satın almak istemiş. Önce satmam demişse de akşama doğru gelip ısrar ettiklerinde onları geri çevirememiş. Bir tesadüfle başlayan macerada, tasarladıklarının beğenilmesinin hazzıyla bu yapraklardan edinip tekrar kurutmaya başlamış. Deneme yanılmalarla ilerleyen süreç onu Florida’da bir serada yetiştirilen dayanıklı difenbahya bitki türüne kadar sürüklemiş.
Felsefi olarak evrendeki tüm canlı varlıklara saygı duyduğunu söyleyen Onnik Usta , seradaki bitkilerden uygun olan yaprakları kendi elleri ile narince keserken her birinden özür dilediğini de ekliyor. Aklıma şair Altıok’un sözleri dökülüyor ;
''ke
sil
miş
dalın
budak olur
vere
ceği
nafaka,
söyle sende nem kaldı.''
Usta ise eşsiz bir nafaka sunuyor. Yuvalarında uyuttuktan sonra , hayatlarına farklı bir boyut katıyor...Tek başına yere düşecekken yalnızlıklarına son veriyor...‘’Yeşil’’in , canlılığın, kendini yenilemenin rengi olduğunun bilincinde , daima yeni tasarımlarla bu devinimi kuruyan yapraklarda sağlıyor.
Merdenyan’ın turistlere verdiği yapraktan sonraki ilk eseri Musevi, Hristiyan ve İslam motiflerin işlendiği yaprak oluyor.
Kültürlerin renk uyumlarına dikkat ederken sadece üç dinin değil diğer inançlardan, dillerden sözlerle ortak dili yakalıyor. Yurt dışında da ilgi görüp bir yayın organında kendisine ‘’Yaprakların Efendisi’’(1) lakabı takılıyor. Türkiye’yi temsilen sayısız uluslararası sergiye katılıyor.
Kaligrafi ve tezhip konularında uzman üç akademisyenle birlikte ekip olarak ortaya çıkan bu tablo yaprakların boyası da özel olarak Mimar Sinan Üniversitesi hocalarınca geliştirilmiş. Boyaların yanısıra , Avrupa’dan getirtilen süslemede kullanılan altın varaklar ve kedi kılından fırçalarla çalışılıyor, işlemede bir hata olduğu zaman da tüm emek boşa gidiyormuş.
Yaprağa gönül veren Onnik Usta’dan bir kaç örnek foto çekmek için izin aldıktan sonra odadaki eşyaları daha detaylı inceleme fırsatı buluyorum. Tepeden tırnağa bir yaşanmışlık kuşatıyor sizi. Masanın çarprazında bir kömür işletmesinin 1929’dan kalma Defter-i Kebir adı verilen battal muhasebe defteri duruyor. Bir kaç sayfası kullanılmış; sararmış yaprakları ziyaretçi defteri olarak kullanılıyor. Bir camekan icinde kocaman lületaşından işlemeli sanat eseri bir pipo. Ortama dingin ışığını sunan tavandan sarkıtılmış lombozlu bir ampul; ilgiyle bakarken eski bir gemiden sökülmüş oldugunu öğreniyorum. Etrafta bir kaç antika el çantası. Biri neredeyse 100 yıllık doktor çantası ; 30 yıldır da kendisi kullanıyormuş. Masanın arkasındaki duvarda eski ahşap kapı kilitleri ve sarkaçlı duvar saatleri, Osmanlı Amblem işlemesi. Arkamda ilk göze çarpan antika bir buhurdanlık ve ayinlerde kullanılmış diyakos atkısı. Önünüzdeki mineli fiskos sehpası bile biriktirdiği sırlarıyla bir el emegi. Sağ tarafta; kumaş üzerine tahta kalıplarla baskı işi yapan Kastamonu’lu büyük dedesinin aile fotosu...üzerinde Merdenyan işlemesi olan biricik motorsikletiyle beraber; ...Soldaki duvarda da çiftçi dedesinin tarlayı sabanla sürerkenki fotosu.(2) Cam raflardaki göz alıcı yapraklar çiftçi dedeye; üzerlerindeki desenler de basmacı dedeye selam çakıyor sanki.
Nihayet raflardaki yaprakları tek tek inceliyorum. Henüz Osmanlıca dersi aldığımdan belli belirsiz "Hoş gör" yazısını okuyorum birinde, içimde çocuksu kırmızı kurdele sevinci...Resmin yasak olduğu Osmanlı’da ruhsal zenginliğin kaligrafiyle yazıya akıtılmasının tören geçidini seyreder gibi sırayla gidiyorum. Onnik Usta bir sürprizi varmışçasına sağımdaki bir rafı işaret ediyor. Yaklaşınca Aramice bereket duası olduğunu fark ediyorum. Mardin’deki Süryani ustaların emeği tarihi bir çeşmenin motifleri tezhiple işlenip içine de bu dua yazılmış. Bir başkasında gubari (3) olarak adlandırılan, desenler içindeki milimetrik yazılara hayranlıkla bakıyorum. Öte tarafta diğer dillerde dinsel ve din dışı kadim sözlerle, figürlerle uygulanmış eserleri gösteriyor. Bazen, "Bu da geçer ya-hû " gibi bir söz veya "gel keyfim gel" gibi bir mutluluk nidâsı. "Ah minel aşk!" ( Ah aşkın elinden!) mesajı da en tutulan motiflerdenmiş. Sûfî (4) semboller olan arslan, kuş, balık gibi yazı ve figürün içiçe geçtiği desenleri de görsel olarak gönülçeliyor.
İlk çalışmalarından üç semavi dinle ilgili çiçek demeti motifli "Buluşma Noktası"nın talep görmesini de " Aynı noktada buluşmak, insanoğlunun ortak özlemi’’ olarak yorumluyor Onnik Usta.. Tüm diğer inançları da kapsayacak şekilde sadece yan yana olmak değil birlikte olmanın güzelliğine dem vuruyor.
Yapraklar, kurutulup zehirli özsularından arınmalarıyla; renkahenk yüzlerinde saf sevgiyi ve şefkati fısıldıyorlar adeta. Usta, kuruyup dönüştükleri evreyi uyuma olarak betimlemişti. Bense üzerlerine üflenen yeni kimliklerinde, Mevlevi geleneğindeki "Suskunlar" imgesini yakıştırıyorum. Ölmemişlerdir; yeniden dünyaya gelecek günü bekliyorlardır. Kimbilir bu gün, dünyada barışın hüküm süreceği zamandır ve ‘’susmak bazen de hakikati anlatmanın tek yoludur’’(5). Sessiz çığlıklar, mesajlarını alanların daha güzel bir yarın umuduna sus(a)maktadırlar.
Oturduğumuz yerde zaman ve mekan algısı kayboluyor. Odadaki objeler, hem bu âna hem düne sesleniyor. Ruhumuz, usulca tespih(6) çeker gibi telaşsız. Mekanın küçüklüğünden sıkılmayışı kavramaya başlıyorsunuz. Duvarlar, taşıdıkları yaşanmışlıklarıyla geçmişe yani geriye çekilirken oda da büyüyor sanki; yüreğiniz ferahlıyor. Zaman makinesinde taşlar, düşlere karışıyor...
Nihayet, hancının yolcusunu uğurlama vakti geliyor; güzeli arayışın her daim sürmesi gerektiğine inançla ustayla vedalaşılıyor. Narin eserleri de, Çarşı’nın öğütücü uğultusundan ötede Bedesten’in kuytuluğunda dinlenmeye bırakıyoruz. Esnafının sessizliğinde hala yaşanan bu rûhâni havada, kimbilir bizim temennilerimiz de fısıltıya dönüşüp güngörmüş kubbelerine yükselecek ve çeperlere sinmiş asırlık dualara karışacak.
Dualarınızın yere düşmemesi dileğiyle...
“Ben gören ve görmeyenim;
uykudaki göz gibi.
Açığım ve gizliyim, varım ve yokum;
gülsuyundaki koku gibi.
Duruyor ve koşuyorum;
üzengideki ayak gibi.
Söyleyen ve susanım;
kitaptaki yazı gibi.”
Mevlâna
Dipnot :
1) Merdenyan’ın tasarımlarından örnekler görebileceğiniz web sitesi
http://www.yapraklarinefendisi.com/
2) Merdenyan’ın aile fotoları linkin dördüncü sayfasında yer almaktadır.
http://www.yapraklarinefendisi.com/whoisnick.php
3) İsmi Arapça Gubar=Toz’dan alınmıştır. Yazı, toz gibi ince yazıldığı için bu adla anılır. Eski Türk Devletleri’nde güvercin postalarıyla gönderilen küçük mektuplar bu yazı ile yazılırdı.
4) Sûf, kelime itibariyle yünlü demek olup eskiden yünlü elbise giymek tevazu işareti sayılırdı; çünkü bugünkü gibi apre ve fiksaj işlemleri ile yünü yumuşatma imkanı olmadığından yünlü elbiseler insan vücudunu tahriş eder, pamuklu ve ipekliler kadar rahatlık vermezdi. Sûfîler, Hz. Musa’nın yünlü giydiği rivayetleri esas alınarak suf giymeyi adet olarak benimsemişlerdi. İnsanların giydikleri elbiseye göre isim almalarının eski bir âdet olduğunu, sûfîlere de yünlü giydikleri için sûfî dendiğini; gömlek giyineninse "tekammesa" ile ifâde edildiği bilinmektedir. Hz. İsa’nın şakirtleri de beyazlar giydikleri için "beyaz elbiseli" anlamında "havârîler" adını almışlardır. Hicri ikinci asırdan itibaren zahid ve abidler diye nitelendirilen topluluklar, yünlü giyen manasına gelen “sûfi” lakabıyla anılmış ilimlerine de aynı kökten tasavvuf denilmiştir.
5) İhsan Oktay Anar’ın İletişim Yayınları’ndan 2007’de çıkardığı “Suskunlar” kitabı ile ilgili değerlendirme yazısı
http://www.edebistan.com/?p=1119
6) Tespih , ‘’Sebbehe’’ fiilinin masdarıdır . Süphan,sûbbuh kelimeleri ile aynı kökendendir. Bir kimseyi hayatında sena edip övmek; dâim olmak, süreklilik anlamları vardır. Obje olarak tespih, Hint Mistisizmi'nden diğer inançlara yayılmış, duâları (köken da’wa davet,seslenmek) saymak için kullanılmış, sonradan gündelik hayata geçmiştir. Açıklayıcı bilgi için linklere göz atabilirsiniz.
http://nevzatcicek.blogcu.com/parmak-uclarindaki-huzur-tespih_38630551.html
*Serdal Dönmez’in anısına...
Güncelleme Tarihi: 30 Mart 2009