Çok güzel olduğu, kesinlikle seyredilmesi gerektiği söylenilmişti gidenler tarafından. Hakkında o kadar güzel şeyler anlatılmış ve anlatılanlar o kadar sık tekrar edilmişti ki, adeta beynimin bir köşesinde davetsiz bir misafir gibi yer edinmiş ve onu seyretmek en büyük hedeflerimden biri haline gelmişti. Nasıl yer etmesin ki? Sevdiklerim, yakınlarım gitsin gitmesin hep bu filmden bahsetmişlerdi yıllarca.
Kaçırdığım, gitmediğim güzel filmler olmuştu ama bu filmin yeri ayrıydı. Onu muhakkak seyretmeliydim.
Hedefim gerçekleşmiş ve amacıma ulaşmıştım. Gerçi geç kalıp filmin ikinci yarısına yetişmiştim ama benim için önemli olan filmi seyretmekti ve bu film ikinci yarısından da olsa seyredilecekti. Salona girdiğimde yanlış yapmadığımı anlamıştım. Çünkü geç kalan sadece ben değildim. Benimle birlikte az sayılmayacak sayıda ve yüzleri hiç de yabancı gelmeyen izleyicilerde benim gibi filmi izlemek için yerlerini alıyorlardı. Demek ki anlatıldığı kadar güzel ve ikinci yarısından da olsa seyredilmeye değer bir filmdi. Filmi başından beri izleyenler ve yer gösterici bana ve benim gibi geç gelenlere soğuk ve adeta "Bir film başından seyredilir" diyen bir yüz ifadesiyle bakıyorlardı ama bu dışlayıcı bakışların benim için hiç bir önemi yoktu. O an için önemli olan filmdi ve birazdan hayalim gerçekleşecekti.
Film, bayrağında kocaman sarı bir haç işareti olan, herşeyin düzenli, yaşamın çok kolay ve insanca olduğu kuzeyin soğuk bir ülkesinde geçiyor ve bu ülkeyi anlatıyordu. Film için anlatılanları yavaş yavaş gözlerimle görüyordum. Fakat gördüklerim, anlatılanların doğru ama eksik olduğunu yavaş yavaş ortaya çıkarıyordu. Dürüst, ciddi, açık sözlü, yalan ve şiddetten nefret eden, cinsel özgürlükten ve erkek-kadın eşitliğinden yana olan bu ülkenin insanları aynı zamanda soğuk, fazla konuşmayan, insanlardan çok doğayla içli dışlı olan, sıkılgan bir yapı sergiliyorlardı.
Anlatıldığı gibi hıristiyan bir ülkeydi ama bu özellik bayraktaki haçtan ve istatiksel bir değerden öteye geçmiyordu. İnsanların çoğunun dinle fazla bir ilgisi yok gibiydi. Vaftiz, düğün ve cenaze dışında kiliseye gitmeyenlerin sayısı hiç de az değildi bu ülkede. 1814'teki Napolyon savaşından itibaren 180 küsur yıldır savaşmayan bu ülke dünyada barışa verdiği önem ve çalışmalarıyla tanınıyordu. II.Dünya savaşına tarafsız kalıp katılmamış ama savaş döneminde Hitler'in ülkesine çelik satmışlardı. Bunun yanısıra Alman askerlerini Norveç'e taşıyan trenlerin topraklarından geçmesine izin vermişti.
Nufüsa göre az gelişmiş ülkelere yapılan yardımda başı çeken bu ülke, aynı ülkelere yapılan silah satışlarında alt sıralarda kalmamış ve savaşan ülkelere (yasak olmasına rağmen) yapılan silah satışlarıyla skandallara neden olmuştu.
80 yıl öncesine kadar tarım yapısındaki bu ülke; yaklaşık 1.3 milyon insanın Amerika'ya göçüne tanık olmuş, daha sonra izlediği politikalar ile artık dünyanın dört bir tarafından özgür ortam ve yüksek yaşama standardı nedeniyle göçmen kabul eden bir ülke durumuna gelmişti. Pinochet'in darbesinden kaçan Şili'liler, 1956 Macar ve 1968 Çek müdahalesinden sonra kaçan Macar ve Çek'ler, Lübnan iç savaşında zor durumda kalan Süryaniler, 1967 Albaylar cuntasından kaçan Yunanlılar, Sırp baskısından ezilen Boşnaklar, açlık ve sefaletten kaçan Eritreliler ve daha nice topluluklar özgürlüğü bu ülkede bulmuştu.Şimdiki kraliçelerinin Alman, krallarının ise 1818'te seçtikleri Baptiste Bearnadotte adında bir Fransız mareşalinin soyundan geldiği bu ülkede, yıllar sonra gelen Vietnamlı mültecilere papağan, İtalyanlara spagetti, siyah kıvırcık saçlarından dolayı Afrikalılara mikrofon, Yugoslavlara yugo, Türklere de kebap ve hepsine birden karakafa lakabını takmışlardı Ve bu insanların giremediği gece kulüpleri, barlar vardı bu özgür ülkede. Sebep karakafalı olmak değildi tabii ki. Gece kulübü ya doluydu, ya üye olmayanları almıyorlardı ya da kıyafetleri uygun değildi bu insanların.
Herkese 10 rakamlı bir kimlik numarasının verildiği bu ülkede vergi kaçırmak, trafik kurallarını ihlal etmek gibi bazı ülke insanları için hiç de zor olmayan şeyleri burada yapmak neredeyse imkansız, cezası da bayağı ağırdı. Herşeyin belli bir düzen ve sistem içinde yürütülüp kontrol altında tutulduğu bu ülkede 28 Şubat 1986 gecesi işlenen bir cinayet ise ne yazık ki hala aydınlatılamamıştı. Cinayete kurban giden; parlementoya bluciniyle gelen, sinemaya giderken metroyu kullanan, bisikletiyle korumasız şehir turuna çıkan, dünyanın ender siyasetçi ve devlet adamlarından biri olan dönemin başbakanı Olof Palme idi. Uluslararası arenada sürekli olarak yoksul ve zayıftan yana olan Palme öldürüldüğünde kişi başına düşen gelirde ABD, İsviçre, Kanada ve Norveç'le birlikte dünyanın en zengin ülkelerinden birini bırakmıştı.
Ekmeğin çok pahalı olmasından dolayı insanların genelde evlerinde ekmek yaptığı bu ülkenin yemek kültürü de oldukça zayıftı.İki kahvaltı ve sade bir yemekle günlerini geçiren bu ülkenin insanları, misafir ettikleri göçmenler sayesinde farklı yemeklerle tanışma fırsatın elde etmişlerdi.İçki ve sigara tüketimini azaltmak için fiyatlarını aşırı yüksek tutan; içki satışlarını iş saatlerinde açık olan devlete ait satış noktalarında ve 20 yaşın üstündeki insanlara sunan bu ülkede içki reklamı yasaktı. Ama yurtdışına ihraç ettiği bu ürünler için yaptığı reklamlar alabildiğince ilgi çekiciydi.
30 sene öncesinde yapılan referandumla kraliyet ailesi dışında siz sözcügünün kullanılmadığı; öğrencinin öğretmenine, memurun amirine, gazetecinin devlet adamına sen diye hitap ettiği bu ülkede, bir çok ülkede insanların parayla satın aldığı hizmetler devlet tarafından ücretsiz ya da sembolik bir ücretle karşılanıyordu. Eğitim her düzeyde ücretsiz, hastahane ücretleri komik denecek kadar düşüktü. Çocukların anne ve babalarına, anne ve babaların çocuklara karşı görevlerini devlete bağlı kurumlar üstlenmiş durumdaydı. Bunun olumlu yanları yanında yalnız insanlar yaratmak gibi oldukça nahoş bir yönü de vardı. Yalnız yaşayan insanların azınsanmayacak kadar yüksek, aile ve arkadaşlık bağlarının oldukça zayıf olduğu bu ülkede, ölümünden günler sonra o da saldığı kötü kokudan dolayı ortaya çıkan yanlız insanların cansız vücutları sıradan bir olaydı bu ülke için.
Dünyada en düşük bebek ölümlerinin (Binde 7,8), anne ölümlerinin ise onbinde biri olduğu bu ülkede çocukların yarısının ana babası evli değildi. Evli olmadan çocuk sahibi olan ve birlikte yaşayan çiftler o kadar çok ve doğaldı ki resmi daire formlarında evli ve bekar şıklarının yanında Sambo yani birlikte yaşama şıkkı bile vardı.
60 dilde anadil eğitiminin yapıldığı; boş zamanlarında insanların 5 milyon basan gazetelerden birini okuduğu, binden fazla sinemadan birine gittiği, 25 binden fazla spor derneğinde spor yaptığı, 32 milyon dernek üyesinin bulunduğu bu 8 milyonluk ülkede soğuk ve uzun kış akşamları o kadar sıkıcıydı ki, sokaklar bomboş, barlar, kafeteryalar sakin, insanlar somurtkandı. Tren ve metro istasyonları insanlara rağmen olabildiğince sessiz; sessizliği bozanlar ise yabancılar ve sarhoşlardı.
Film bu şekilde sürüp gidiyordu ama ben filmde aradığımı bulamamış ve hayal kırıklığına uğramıştım. Hayal ettiğim ile gerçek olan film arasında farklılıklar vardı. Bu farklılıklar bana anlatılmayan ama varolan sahnelerdi. Ve bu sahneler bende filme karşı bir soğukluk yaratmıştı. Zaten filmi de tam olarak anlayamamış, kaçırdığım ilk yarıdan dolayı seyrettiğim sahneler üzerine değerlendirmeler yapıyordum.
Film devam ediyordu ama ben sıkılmıştım. Daha önceden çıkan bir kaç kişi gibi bende çıkmayı düşündüm. Etrafimdakilere bakındım. Filmi başından beri takip edenler kendilerini kaptırmış pür dikkat izliyorlardı. Benim gibi sonradan girenlerde ise aynı rahatlık yoktu. Bir zorlamayla filmi takip edip anlamaya, onlar gülünce gülmeye, düşününce düşünmeye çalışıyorlardı. Oturduğum yerden kalkıp çıkışa doğru yöneldim. Tam çıkarken karşılaştığım yer göstericisinin kulağına eğilip fısıldadım: "Umarım hiç bir filmi ikinci yarısından seyretmek zorunda kalmazsın". Dışardaydım; yolda yürürken etraf biraz daha kirli, trafik biraz daha karmaşık, yeşillikler biraz daha azalmış gibi gelmişti ama insanlar daha sıcak, güneş daha parlak olmuştu. Acıkmıştım; filmden önce aklımda yokken canımın istemesiyle bir balıkçı lokantasına girdim. Ufak, salaş ama sıcak olan bu lokantada garsonu çağırıp hemen siparişimi verdim: Midye tava ve bira. Biramı içerken radyoda çalan güzel şarkıya kulak kabarttım:
Gurbet o kadar acı
Ki, ne varsa içimde
Hepsi bana yabancı.
Hepsi başka biçimde.
Eriyorum gitgide;
Elveda her ümide
Gurbet benliğimde
Bitirmiş bir biçimde
Ne arzum, ne emelim...
Yaralanmış bir elim
Ben gurbette değilim,
Gurbet benim içimde......
NOT: Bu yazının ortaya çıkışında İsveç'te geçirdiğim 14 ayın gözlemlerinin yanında Murat Özsoy ve Sabri Atman'ın yazılarından da yararlanılmıştır.
Yazar: Yusuf Atuğ ; Güncelleme Tarihi: 27 Ocak 2020