Ardına bakmaya korktuğun bir yolda yürüdüğünü hayal et. Etrafını saran cendereden çıkarken üzerini aramışlar. Mesleğini, evini, eşyalarını, hayatını geride bırakmak yetmemiş, ceplerini boşaltmışlar. Kucağında bebekleri ile aileler, arabalarından indirilmiş, yürüyorlar. Ne biriktirdi isen şimdiye kadar para, kariyer her ne varsa hiç biri yok yanında. İnsan biriktirdim desen, dostların da senin gibi yollarda. Sığınacak bir çatı bulabilir misin bu gece ya da çocuklar için yemek, bilinmez. Ardına bakmaya korktuğun yolda sadece inancınla yürüyorsun artık. İçinden söküp atamadıkları, seni sen yapan inancınla...
Ferit Altınsu ve Coşkun Toksoy ile birlikte, gecenin bir yarısında Erbil uçağı ile Ankawa'ya gidişimiz bundandır. Orada tutunmaya çalışan insanlar için dostlarla birlikte bir yardım kampanyası düzenlemiştik. İstanbul ve Güneydoğu'dan Süryaniler çağrımıza kulak vermiş, bir tır dolusu yardım malzemesi yollamıştık. Daha yardım yeni yola çıkmışsa da, varmasını bekleyemeden düştük Erbil yollarına. İlk gün Musul Metropolitimiz Mor Nicodemus Daoud Matti Sharaf ile konuştuk. Musul'da ki gerilimin nasıl tırmandığını, tehlikenin farkına ne zaman varabildiklerini sorduk. Önce derin bir soluk aldı, sonra acısı içinde anlatmaya başladı.
Sevgili Metropolitimiz, gerek haziran ayının başlarında gerekse daha önceleri bir çok yerden uyarılar alır. Musul'dan ayrılması tavsiye edilir. Fakat halkı oradayken onları yalnız bırakmayı reddeder ve Manastırdan ayrılmaz. Fakat beş haziran günü, Musul merkezinde sokağa çıkma yasağı uygulanmaya başlanır. Bir kaç gün boyunca silah sesleri ve top atışları manastırdan da duyulur. Yasaktan sonra Irak'ta ki Kürt bölgesel yönetimi tarafından uyarılır ve Musul'dan çıkması gerektiği haberini alır. Hemen sonra telefonla aradığı Irak'lı bir generalden, çatışmaların Manastıra üç yüz metre mesafede yapıldığını öğrendiğinde ne yapacağını düşünmeye vakit bile bulamaz. Telefonu kapattıktan üç dakika sonra, kapısına gelen askeri görevli ''sadece beş dakikası olduğunu bu süre içinde çıkmaz ise kendisini orada bırakacağını'' belirtir. Uyurken bile yatağının başından ayırmadığı tarihi, yedi adet el yazması Süryanice kitabı alır ve askeri araç eşiliğinde Duhok sınırına kadar gider. O sırada arayabildiği herkesi telefonla uyarır. Üç gün boyunca Musul ve civarındaki Süryaniler birbirlerine haber vererek kentten ayrılır. Dördüncü günün gecesinde, on Haziran da Musul düşer. O günlerde Musul içinde araba kullanmak yasaklandığından bir çok insan o cendereden yürüyerek çıkmak zorunda kalır. Tam da insanların Musul'dan çıkışını anlatırken kaşlarının çatıldığını ve dudağının büküldüğünü gördüm. Bir nefeslik sessizlikten sonra'' Hani yüz yıl önce, Seyfo sırasında çekilmiş resimler var ya? Sangi gördüğümüz oydu'' deyiverdi. Gene kısa süren sert bir sessizlikle durdu, sonrasında derin bir nefesle toparlanıp anlatmaya devam etti.
İŞİD'in şehri ele geçirmesi sonrasında, iki hafta süren büyük bir şölen ve kutlama yapılmaktadır Musul'da. Tabii Süryanilerin yaşadığı dram bununla bitmez. Çeşitli araçlar ile iletişim kurulur, geri çağrılırlar. Dostluk mesajları verilir, güven telkin edilir. Musul'un kadim sakinleri ile bir arada yaşamak istedikleri belirtilir. Gittikleri için üzüntü duymuşlardır vs vs. Kaçmayı başaran ailelerden büyük bir kısmı, bu söylentilere inanarak geri döner Musul'a. Metropolitimiz kendilerine haber gelmedikçe gidilmemesi gerektiğini her ortamda söyler. Telefonlarla ulaşabildiği herkesi uyarır, fakat bunun bir faydası olmaz. Süryaniler kente giriş yaptıktan kısa bir süre sonra ses sistemi bağlanmış araçlardan ve Cami minarelerinden anonslar yapılır. Önlerinde üç seçenek vardır. Ya Müslüman olacaklar ya cizye ödeyecekler ya da sadece üstlerinde taşıdıkları giysilerle şehri terk edecekler. Kalanlar öldürülecek.
Kendi ülkesinde sürgün halkımın başına gelenler bunlardı işte. Farklılıklara tahammül edemeyen bir deliliğin kurbanıydı onlar. İŞİD teröründen kaçıyorlardı. Oysa Musul, Süryanice ismiyle Ninova, onların 4000 yıllık evi idi. Herkesten fazla hakları vardı o topraklarda, fakat gözleri kimsenin toprağında değildi. O toprakların kadim halkı aç susuz yollara döküldüğünde, yüz yıl öncesinin bir tekrarı gibi yaşanıyordu sanki her şey. Üstelik şimdi, dünyanın vicdanıyla bakamayan soğuk gözleri önünde yürüyordu herkes. Üstünde sadece ince bir elbiseyle.
Metropolitimiz ile bölgede ki sığınmacıların ihtiyaçları ve Musul'a dönüş için de konuştuk. Dönüş için uluslar arası bir prodüksiyonun ( Birleşmiş Milletler Koruması v.b.) şart olduğunu söyledi. Şimdiye kadar biriktirdikleri her şey yok olmuştu. Bir daha böyle bir dramı yaşamak istemiyorlardı. Tahmini rakamlar bölgede 160 bin Hristiyan sığınmacının varlığını işaret ediyordu. Her şeye ama her şeye ihtiyaç vardı neredeyse. Bir insanın günlük, normal ihtiyaçları için bile yardım şarttı. Ertesi gün kampları gezdiğimizde, yaşama devam etmek için gerekenlere gözlerimizle tanık olacaktık.
Ertesi gün, nispeten diğer kamplardan daha iyi durumda olan bir noktadaydık.
Ankawa Mall isimli alışveriş merkezi inşaatının içi yerleşim bölgesi olarak kullanılıyordu. Kapıda bir konteynerde yönetim birimini gördük. Bir gün önce tanıştığımız rahip Abuna Yuhanna ile karşılaştık. Kendisinden de izin alarak kampı gezmeye başladık. Hemen kapının girişinde elinde mikrofon ile bir kişi yardım malzemelerinin sahiplerini anons ediyor, ismi geçen aile kendisi için ayrılan malzemeleri teslim alıyordu. Malzemeler yan taraftaki boşlukta bölümler halinde dizilmişti. Betonun soğuğunu kesmek için ince izolasyon malzemesi, dört sünger yatak, üç paket battaniye ve koli içinde bir miktar gıda malzemesi bir aileye teslim için hazırlanan bölümü oluşturuyordu. Bin bir güçlüğün yaşandığı bu zor günlerde, bir karmaşa ya da zor kullanarak sahip olma girişimine rastlamadık. Her kez kendi sırasını bekliyor ve elinde malzeme olmayan ailelere öncelik veriliyordu. Bu dayanışma ve yardımlaşma ruhu içimize su serpmişti. Gönderilen yardımlar topluluğun kendi inisiyatifinde bir adalet duygusu ile dağıtılıyor, üstelik bu durum kayda geçirilerek kontrol ediliyordu. Sonradan edindiğimiz bilgilere göre kamplarda Katolik ve Ortodoks aileler birlikte kalıyor, gönderilen yardımlar mezhep ya da sınıf ayırt edilmeksizin, sadece ihtiyaca göre dağıtılıyordu. Yardım talebinde bulunan Ezidi aileler de geri çevrilmiyor, toplum bilinci zor zamanlara galip geliyordu.
Sanırım bunları düşünerek fotoğrafladığım sırada kaybettim Ferit ve Coşkun'u. Arkamı döndüğümde tek başıma kaldığımı anladım. Dil bilmemenin getirdiği yalnızlık mı yoksa zor durumda kalmış insanları fotoğraflamaya çalışan bir batılı gibi görünmek miydi beni tedirgin eden? Bilemiyorum. Oysa bu zor zamanları, naif bir gülümsemeyle geçiştiren insanların arasında, tam da o anda, dünyanın en güvenli yerindeydim. Bu sıcak ama çekingen gülümsemeler ''beni çekme, pek iyi değilim şu an'' demekti. Anlıyordum. Belki de o yüzden yakın portreler çekmekten uzak durdum hep. Ya geniş bir açı ya da elinde şekerle güzel çocuklar.
Kalabalığın arasında merdivenleri bulup, diğer katlara da çıktım. İçeride bir eczaneye denk gelmiştim ve bu zor zamanlarda insanların ilaca nasıl ulaştığını gözlemleme şansı yakaladım. Fakat rafları bile olmayan, sadece bir masanın üzerine yerleştirilen kolilerden ilaç verilen bir noktaydı. Gördüğüm kadarı ile ilaç çeşidi az ve kronik hastalıklar için gereken ilaçlar oldukça kısıtlıydı. En önemlisi bir buzdolabı yoktu ve bu da insülin kullanan Tip 1 diyabet hastaları için ölümcül bir eksiklikti. Kalp damar hastalıkları, diyabet, astım, KOAH ( akciğer hastalıkları ) gibi hastalıklar için ilaç temininde sıkıntılar, gelmeden önce de vakıf olduğumuz olumsuzluklardan biriydi.
Bir sonraki kampta durum biraz daha zor görünüyordu. Yan yana konan konteynerde yaşayan aileler aynı tuvaleti ve duşları paylaşmak zorundaydı. Bir çoğunun çatısı akıtıyordu. Şehrin, Ankawa'nın altyapısı da yetersizdi. Gördüğüm tuvaletler tıkanmış durumda, bazı duşlar ise kırıktı. Bir süre daha müdahale edilmezse salgın hastalıkların önünü almak mümkün olmayabilirdi. Sadece ayni yardımın yani giysilerin, bezlerin, battaniyenin, ilacın yeterli olmadığı bir durumdu bu. Bir vidanjörle belki ya da başka bir yolla o tuvaletlerin temizlenmesi gerekiyordu. Yani bir miktar paraya da ihtiyaç duyuluyordu. Burada düşünmeden yaptığımız insani bir eylem için, orada insanlar yardım bekliyordu.Gördüklerimiz vicdanımızı paramparça etmişti. Etrafımızı saran çocuklara cebimizden, çantamızdan çıkardığımız şekerleri verip mutluluklarını izliyorduk. Sanırım, gözlerimizi kuru tutan tek şey etrafımızda dolaşan güzel çocuklardı. Çocuklar oynuyorsa, gülümsüyorsa umut vardır. Ya da biz vicdanımızı böyle mi teselli ettik, hiç bilmiyorum?
Fakat herkes umutlu, herkes güçlüydü. Her gittiğimiz yerde sıcak bir hoş geldiniz gülümsemesi ile karşılandık. Bölgede Kaldo-Asur öğrenci derneğinin binası ihtiyaç sahiplerine verilmiş, her oda da bir alenin kalması sağlanmıştı. Bizi oraya götüren dostlarımızla binayı dolaşırken kapı açıldı, küçük çocuklar etrafımıza doluştu. Anneler hoş geldiniz dedi, gülümsediler. Çocuklar patlamış mısırlardan ikram ettiler bize. Bunca zorluğa, yeniden başlayacak hayat mücadelesine rağmen başaracaklar. Sadece bu güçlü gülümsemelerle bile tutunacaklar hayata.
Ankawa'ya vardığımızda, daha kimseyle görüşmeden yollara düşmüştük. Keldani Kilisesinin bahçesinde gördüğümüz ilk kamp bir çadır kampıydı. Bir kaç kare fotoğraf çekmek istedim. Bir annenin mahcup gülümsemesiyle kaçırdığı bakışları durdurdu ellerimi. Büyükçe bir fotoğraf makinesi ile aktarmaya çalıştığım gerçekliği, elini kaldırarak durdurdu bir anda. Ben de mahcup olup gülümsedim ona. Arkasında beyaz çadırlar, önde gururun en naif hali. Sanki fırtınada savrulan bir geminin sakin kaptanı gibi. ''Ya fırtına dinecek, ya limana yanaşacağım. Sen üzülme'' der gibiydi. Diğerleri de hep öyle baktılar bana. Saygıyla indirdim, gerçeğe nişanladığım fotoğraf makinemi. Irak'a yaptığımız uzun yolculuğun belki de en önemli hikayesi bu naif gülümsemeler. Hep annelerin yüzünde görülen. Belki de sırf bu yüzden, fotoğrafladıklarımızdan çok çekemediğimiz bu anı anlatmak istedim sizlere. Vücutları çadırın zemininde, onurları eller üstünde.
Yazı ve Fotoğraflar: Faruk Kahraman, Güncelleme Tarihi: 11 Ocak 2015