Çocuklar oyunlarını yarıda kesti. Önce bir tını kulaklarını okşadı, sonra gözlerini sesin geldiği yöne doğru çevirdiler. Kilisenin avlu duvarının tepesinde duran nakuşoyu gördüler. En acar, en yaramaz olanı bile, elindeki sopayı yere bıraktı. Kalakalmışlardı. Avludan annelerin acı ağıtları yükseldi. Yanaklara bir damla çığ eklendi. Nakuşonun sesini getiren rüzgar yanaklardaki yaşı aldı; suyu toprağa, sesi göklere verdi. Giden bir Süryani'ydi...
"Nakuşo", üzerine birkaç küçük delik açılmış olan ve iki ucundan zincirle ya da telle bir sopaya asılan, yaklaşık bir metre uzunluğunda, beş santimetre genişliğinde bir demir parçası. Demirin tavında dövülmesiyle hazırlanıyor. Hafif bir yay görünümü var. Havan eli şeklinde ve büyüklüğünde iki demir tokmakla çalınıyor.
Bugünkü güçlü ve mağrur çan kulelerinin olmadığı eski zamanlarda, kiliselerin yanık sesli bekçileri işte bu nakuşolardı. Çanın yankılı ve güçlü sesini bilmezden çok önce, bizi kiliseye çağıran sesi, rüzgara nakuşolar vermişlerdi.
Hepimizin az-çok bildiği nedenlerin yarattığı göçler, farklı ekonomik güce sahip Süryanileri oluşturdu. Rahat ve varlıklı yaşamlarının onlara veremediği duygularla başbaşa kalan bu insanlar içlerinde oluşan boşluğu doldurmak istediler. İnsan içgüdüsünün temel duygularından biri olan "kalıcı olma" isteği, onları ilk ayak bastıkları toprağa geri çağırdı. Varlığının pekişmesi ancak kokusunu özlediği topraklarda olabilirdi. Bu gidiş-gelişlerin yarattığı kaos, beraberinde çan kulelerini de getirdi. O an için yapılabileceklerin en iyileri ve en güzelleri inşa edildi. Mimarisi çok ihtişamlı ve gurur verici olsa da, bu kulelerin neredeyse hepsi aynı tarzda yapılmıştı. Soğuk fakat ihtişamlı, uzak ama kuvvetliydiler. Bize ait olan naif ve sıcak nakuşolar yerine artık bu kuleleri tercih eder olduk. Bu bize ait bir tercih miydi? Bilemiyorum...
Şu anda okuduğun bu yazıyı bir bilgisayarda yazdım. Ben kalem tutmadığım gibi, sen de sayfa çevirmeyeceksin. Daha kolay olduğu için değil, böyle yazmak zorunda kaldığım için bu ekranın başındayım. Alışkanlıkların şekil değiştirmesinin kolaylığından belki. Belki de, bu bizim elimizde değil... Fakat acılar sabittir. O acıyı çektiğin günü unutamazsın. Ne sesleri, ne de görüntüleri çıkarabilirsin aklından... İlk kızını daha çocuk yaşta kaybeden bir annenin, o gün çalınan nakuşoyu unutamaması, bize bu kelimeyi geri getirdi. Çünkü onlar bugünkü asri çanlara bile "nakuşo" diyorlar. Toplumun en önemli ortak paydalarından biri de, hep beraber ağladıkları gündür. Annem, onu kiliseye çağıranın çan sesi olduğuna aldırmaz. Ama nakuşonun sesi olmadan ne ağıtları gökyüzüne, ne de gözyaşları toprağa taşınır. Bu üzüntü onun yaşlı kalbinde ağırlaşır, kalır...
Bu duyguyu, o sesi kaybettiğimiz gün yitirdik. Bu şehir yavaşlattı bizi. Reflekslerimiz değişti, farklılaştı. O kadar çabuk üzülüp, o kadar çabuk ağlayamıyoruz. Çan sesleri yaşlılarımızın üzüntülerini taşıyamıyor. Onları ağlatarak rahatlatan sesler, burada değil. Göz pınarlarını dolduran bu tınıyı, anıların ve korna seslerinin arasında yavaş yavaş yitirdiler. Sadece bizi üzen, yalnızca bizi ağlatan bu ses, bizimdi oysa. Biz, bize ait olanı bırakıp gelmedik; acı olanı, sahip olduklarımızı orada terkettik...
NOT:Bilgi ve düzeltmeler için değerli öğretim üyesi dostumuz Hakan Aytekin'e sonsuz teşekkürler.