Merhaba dostlar, sizi diasporada yaşama sürükleyen tüm kötülükleri bir kez daha kınayarak başlamak istiyorum. Yıl 1994, tıpta uzmanlık sınavını kazanmış ve sonuçta Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs-Kalp-Damar cerrahisinde eğitim hakkımı kazanmıştım. O tarihler Güneydoğu Anadolu'da her gün onlarca ölüm ve yaralı haberlerinin artık medyada bile sıradanlaştığı bir dönem. Evet Hipokrat yemini etmiştim ve hala kendimi idealist hissediyordum, ama gel ki o korkular yok mu! Dile kolay yüzlerce failleri bulunamayan cinayetler, bedenleri bulunamayan kayıplar ve her gün şehir ortasında öldürülen insanlar.
Tüm bu iç çatışmaları ve korkuları arasında 1994 yılının üçüncü ayında Diyarbakır'a gidişim. Şehir o koskoca şehirde benim gibi korkuyor ama bir yandan da yaşamını idame ettirmeye çalışıyordu. Saat 18 den sonra sokaklarda hiç kimselerin kalamadığı, nokta saldırılar ile insanların öldürüldügü dönem. Evet gelinmiş ve hayat yaşanmaya başlanmıştı. Bu korkular arasında geçen bir yıl ve yavaş yavaş olayları kanıksayışım. Hastane aciline kan revan içerisinde getirilen yaralılar ve o yaraları düzeltmeye çalışan bizler. Ölümü dahi. Ölüm bile o kadar sıradanlaşmıştı ki !!!
Yıl 1995 yolum Mardin'e uzanıyor, artık korkularla birlikte ama gezme ve keşfetme arzuları bir adım önde hareket edebildiğim dönem ve ilk olarak o zaman Süryani Kültürü ile karşılaşıyorum. Mardin'in o ilginç yapıları arasında dolaşırken bir kilise tabelası 'Kırklar Kilisesi' ve orada Sayın Papaz Gabriel Akyüz ile ilk çay içip sohbet edişimiz. Tabi tam bir sohbet değil, bölgede herkesin herkesten kuşkulandığı ve korktuğu bir dönem, ama karşılıklı olarak sanki kalplerimizde ki sıcaklıkları sezişimiz. Daha sonra Deyr ul-zahferan Manastırı ve ardından Midyat'ı keşif edişim. 1996 yılında bir grup fotoğrafçı arkadaşımızla birlikte Diyarbakır Fotoğraf Grubunu( DİFOG) oluşturuşumuz ve arkasından Anadolu'nun Solan Rengi: Süryaniler çalışmasına başlamamız. Evet üç arkadaşımızla birlikte başlayan bir serüven. Bölgede sokakta yürümenin bile zor olduğu bir dönemde biz boyunlarımızda fotoğraf makinaları ile yola çıkmış dört deli, Mor Gabriel'e gidiyoruz. Yolda 13-14 yaşlarında bir çoban ve boynunda kalanşinkof tüfek. Yaklaşmak istiyoruz, 'durun yoksa vururum' diyor. Biraz sohbet sonrası yaklaşışımız ve birkaç fotoğraf çekişimiz. O tarihlerde Midyat ile Mor Gabriel arasındaki yol saat 16 dolaylarında kapatılıyor yani o saatten sonra Midyat'a girmek ve çıkmak yasak, aynı şekilde Mor Gabriel'e gitmekte. O ıssız gecelerde manastırda ki yalnızlık!!!! Gecenin karanlığı ile hele birde yalnızlık içerisinde gelen korkular.
Mor Gabriel'i uzaktan ilk gördüğüm gün hala bugün gibi aklımda ve film karelerimde. Manastıra giriyoruz. İçerisi bomboş ve ilk tanışacağımız Melfono İsa merdivenlerin başında. Kısa bir tanışma sonrası Melfono İsa'nın bizi dolaştırması ve bize Süryani tarihi ve kültürü hakkında anlattıkları. Sayın Metropolit Samuel Aktaş ve Sayın Yusuf Beğtaş ile ve diğer manastır yaşayanları ile tanışmamız. O gün orada hissettiklerimiz daha doğrusu bize hissettirilen o güzel duygular ve sonrasında gelişen o sıcak dostluklar. Evet biz fotoğrafla uğraşan o dört gönüllü aydın olmanın sorumluluğunu da omuzlarımızda hissederek bu çalışmayı o günlerden bugünlere getirdik. 1998 yılında 3. İstanbul Ulusal Saydam günlerinde ilk dia gösterimiz, arkasından 1999 yılında İstanbul sergisi, Sonra aynı yıl Ankara ve Sonra 2001 Erzincan ve 2001 Kasım ayında Diyarbakır.
Evet gerçek şu ki Sayın Metropolit Samuel Aktaş ve tüm diğer manastır çalışanları Süryani kültürün Turabdin'de yaşayabilmesi için çok zor dönemlerde çok ağır bedeller ödediler ve ödemeye devamda ediyorlar. Hiçbir şeyden yılmadan ve usanmadan bu yukarı Mezopotamya'nın en eski kültürünün buralarda ayaklarının üstünde kalabilmesi için yaptıkları. O manastır duvarını saran sarmaşıkların arasındaki kuşların çığlıkları dışında coğrafyanın tamamen ölüm sessizliği içinde sanki sonunu beklediği o kötü zamanlar. Aslında yaşanılanları yaşamamış olanlara anlatmak zor. Bunu yaşamayanlara yaşamışcasına hissettirebilmek ise hemen hemen imkansız. Ki bu süreci Türkiye'nin aydınlarının!!!! bile çok fazla anlayabildiklerini pek sanmıyorum.
Evet tüm bu süreçte bize Süryani kültürünü tanıtan ve bu kültürün bu coğrafyada yaşaması gerekliliğini anlatan ve bu fotoğraf çalışmasını severek yapabilmemiz için kimi zaman bizi kendi kötü durumlarını unutarak bizleri teselli eden ve yüreklendiren Turabdin'in Mor Gabriel'in o güzel insanları. Evet gerçekten hepsine kucak dolusu teşekkürler ve gerçekten hepsine iyi ki buralardasınız demek istiyorum. İyi ki sizler bu kültürün temel taşlarının sökülmek istendiği dönemde burada kalıp bu kültürün yaşaması mücadelesini verdiniz. Biz cebimizdeki Türkiyeli kimliklerimiz ve dini hanesinde yazan İslam ibaresine rağmen bazen buralardan uzaklarda olmayı istedik veya istediltik, ki biliyorum ki sizin yaşadıklarınızın çok azını yaşadığımız halde. Ve aslında biraz aykırı kişiliklerimiz( onlara göre Bodrum, Marmaris yerine buralarda fotoğraf çekmemiz nedeniyle) olmasa idi belki hiçbir şey yaşamama hakkına sahip olduğumuz halde sizlerin bu şanslarınızın dahi olmadığı bir dönemde ayaklarınızı sürüyerek buralarda yaşadığınız için sizlere sonsuz teşekkürler.
Evet Anadolu coğrafyasının belki en genel özelliklerinden biri insanlarının dünü hızla unutma yeteneği. Ve bir özellik daha taşın altına elini sokamayanların taş yerine konduktan sonra sanki her şeyi kendileri yapmış gibi öne çıkma arzuları ve yetileri. Ve bence bir özellik daha bir işi iyi yapanlara teşekkür edemememiz. Buralardan gidip uzaklarda başka coğrafyalarda yaşatılmak zorunda bırakılsak dahi ve/veya yaşasak dahi değişmeyen özelliklerimiz
Evet fotoğraf ile bir şeyler anlatmaya çalıştığınız ve denize ufak taşlar atıp dalgalanmalarını izlediğimiz o dönemlerde Mor Gabriel manastırı ve tüm Turabdin çok güzel duruşlarını sergilemeselerdi acaba şimdilerde neler yaşanırdı. Maalesef ki hayat bir film değil ve filmi geri sarıp tekrar izleme şansımız yok. Ama benim kişisel kanımca şu andan çok daha kötü yok oluşlar izlerdik. Çabuk unutma ve taşın altına elimimizi sokamama ve teşekkür edememe.
Evet aslında bu yazı ile söyleyeceklerimin özü bu. Evet Sayın Turabdin Metropoliti ve tüm çalışma arkadaşları biz dünü hala hatırlayan ve yarınlara; fotoğrafları ile dünü ve bugünü taşımaya çalışan insanlarız ve yıllardır o coğrafyada taşıtılan ağır taşın sadece sizlerin omuzlarında kaldığını ve yine bu taşı bugüne kadar düşürmeyenlerin sizler olduğunu biliyoruz. Sizlere tüm kalbimle ve tüm inandığım değerlerle söylemek istiyorum ki kucaklar dolusu teşekkürler hepinize. İyi ki sizler varsınız ve yarınlarda çocuklarımızın bu kültürü tanıyabilme şansının sizin gibi insanların bu coğrafyada bulunmaları sayesinde olduğunu biliyorum. Sağ olun ve var olun.