Elimde Ferit Edgü’nün Hakkâri’de Bir Mevsim isimli imge yüklü romanı; yıllar sonra yine sayfalarını karıştırıyorum. Ana karakter, Hakkâri’de bir köye felsefe öğretmeni olarak atanmıştır. Mevsimlerden kıştır; köye gitmeden önce bu ’sürgün kentte’ Milli Eğitim Müdürlüğü’ne uğrar. İşlemlerini tamamlayıp elinde bavulu sokak aralarında gezinmek ister. Dolaşırken, inceden bir yağmur başlar. Az evvel müdürlükte hissettiği ilgisizlik ve yalnızlık hissi ile bunalmaktadır. Kafasına, yüzüne düşen yağmur taneleri kızgın bir demire düşüyormuş gibi gelir. Nereye gidebilirim, bu kentte sığınacağım neresi var diye düşünürken daracık bir kapının önünde bulur kendini. Dar kapının ardında bir kitapçı dükkânıdır gördüğü. Penceresiz loş mekânda bir iskemlenin üstüne oturmuş, elinde tuttuğu kitabı kapıdan gelen ışıktan yana hafifçe çevirmiş bir ihtiyar görür. Aksakallı ve gözlüklü adam, günışığın kesildiğini farkedince gözlüklerinin üzerinden kafasını kaldırır. Gülümseyerek ıslanmaması için içeri buyur eder. Birkaç iskemle ve sehpanın üstünde gelişigüzel konulmuş eski kitaplar...
Kitaplara ilgiyle göz gezdirirken, kitapçı "
okumasını bilenler gittiler buralardan" diyerek iç çeker. Kendini tanıtırken, bu küçük kentte karşılaştığı öbür kişilerdeki gibi zaten yeni öğretmen olarak tanındığını anlar; sohbet koyulaşır. Ne gibi kitaplar istediğine ‘bilmiyorum’ cevabını verince, ihtiyar onun için kitap seçmek istediğini söyleyip yönelir tozlu raflara. Tümü eski, artık pek görülmeyen deri ciltle kaplıdır; kapaklarında ne yazarın ne de kitabın adı vardır. İhtiyar, onu ilgilendireceğini umduğu birkaç kitabının daha bulunduğunu ama kendi dilinde yazıldığını söyler. Onunla onun dilinde konuşurken, başka bir dili daha olduğunu farkedip merâkı artar. Kitapçıya , anadilinin hangisi olduğunu sorunca , söylerken ağladığını mı güldüğünü mü anlayamadığı bir ses tonunda "
Süryanice" cevabını alır.
- Süryanice mi? İlk kez duyuyorum bu sözcüğü.
- Evet, bilmezsin değil mi ?
- Hayır
- Olağan, handiyse biz bile unuttuk. Çocuklarımız demek istiyorum.
- Benim için seçtiğiniz kitaplar umarım bildiğim dildendir. Yoksa, bilmediğim dilden kitap okumanın bir anlamı yok değil mi?
Kitapçının dudaklarındaki gülüş kaybolur ama gözlerindeki eksilmez. Öğretmen, onun için seçilen kitaplardan birine merakla uzanırken sevecen bir şekilde müdahale eder.
- Şimdi değil, köyünüze gittiğinizde bakarsınız.
- Ama yanıldıysanız, boşuna hamallık olacak?
- Neden hamallık olsun ki? Ve neden yanılmış olayım ? Hem yanılmış olsam da ne çıkar. Uzun, yalnızlığın gecelerinde, bir de bakarsınız ki, o dilinden anlamadığınız kitap, sizin dilinizden anlamaya başlamış ve size açılıyor.
Kitapları da dostları gibi seçmeli kişi, işte size on dost gibi on kitap. Bakarsınız, karıştırırsınız anlarsınız, seversiniz ya da kaldırıp atarsınız unutursunuz.
- Öyleyse benim için seçtiğiniz dostların hesabını göreyim.
- Bir an önce okumak için sabırsızsınız, belli. Kendinizin seçmediği kitapların parasını almam. Beğendiklerinizin bedelini de köylülerden biriyle gönderirsiniz sonra.
Süryani, öğretmeni ikna ettikten sonra bir köşeden eski gazeteler çıkarıp yayar. Kitapları yağmurdan zarar görmeyecek şekilde sarıp sarmalar. Öğretmen tam kapıdan çıkacaktır ki kitapçı duraklatır onu. Babasının da kitapçı olduğunu ve bu dağ başına düşmüş, yolunu şaşırmış biri ya da bir denizci dükkânına uğrarsa ona satmasını istediği bir eski haritadan bahseder. Sakladığı yerden bulmak için telaşla kitapların arasına dalarken yere bir metal parçası düşer. Eğilip aldığı, ne zamandır kayıp olan, üstüne eski yazıyla bazı harf ve sayıların kazındığı tunçtan bir insan elidir.
- Bu bir mühürdür, tılsım mührü. Eski yazıyı da bilmiyor olmalısınız değil mi? Bilseydiniz de bir şey değişmezdi, çünkü bunlar birer simgedir. Bu sizin talihiniz. Haritayla mühür size benim armağanım olsun. Dilini bilmeseniz de önemi yok. Kimbilir belki işinize de yarar. Bilinir mi, tılsım bu...
Öğretmen, teşekkürlerini sunarak bir elinde tılsım mührü ve denizci haritası ve diğerinde Süryani kitapçının onun için seçtiği on kitapla dükkândan çıkar. Dinen yağmurun altında, derince nefes alır. Soğuk günışığını ayna misali kente yansıtmış dağın üstünde beliren gökkuşağına hayranlıkla bakarak uzaklaşır.
Yıllar önce romanı ilk okuduğumda çarpıcı üslubuyla derinden etkilemişti beni. Zaman içinde algılar ve farkındalıklarla satırlar arasındaki imgeler daha da görünür olmaya başlamıştı.Binlerce yıllık köklü tarihe sahip bu kayıp kentte Süryani kitapçı, o bölgenin eski yerlilerinin tarihsel belleğini, harita ise kente yeni gelen bir yabancının yaşadığı yeri bilme isteğini simgeler. Bilmeceli romanın bu kitapçı bölümünü hatırlamam da, yakın zamanda başımdan geçen bir olay nedeniyle olur.
Her daim eve dönüşte yolum üzerinde selamlaştığım Sahaf , bir akşam bana elinde görmek isteyeceğim bir şey olduğunu söyledi. Yaklaşık iki yıldır elinde olan bir kitabı ertesi gün dükkâna getireceğine sözleştik. Onu ziyarete gittiğimde, bodrum kattan elinde şirazesi yırtılmış, üzerinde kitap ve yazar adı yazmayan kırmızı ciltli kitabı getirip uzattı. Açar açmaz yıllanmış kokusunu içime çekip sararmış kâğıt üzerindeki inci inci Süryanice harfleri görmek hoşuma gitmişti. İki yüz küsur sayfalık, on iki adet dinsel motifli taşbaskıya sahip bir çalışmaydı. İç kapağa baktığımda Latin harflerle 1895 yılında Canterbury Misyon Matbaası’nca Urmiye’de basıldığını okudum.
Hakkâri ve sınırındaki Urmiye bölgesinde Süryanilerin bir kolu olan Nastûriler için yayımlanmış kitabın önsözünde ne yazdığını merak etmiştik. Yazı apaçık orda dursa da kendini bizden saklıyordu işte; zira anadilimi bilmiyordum. Bir arkadaşıma okutmak istediğimi söyleyince tereddütsüz bana verebileceğini söyledi. Olur da eğer kaybedersem bana ne kadara patlayacağını merak edince, olası bir müşteri için satış fiyatını açıklayıp benim kaybetmem halinde ise hiç bir şey istemeyeceğini belirtti. Hafızası eşsiz olan bu değerli sahaf, ona yıllar önce verdiğim ama kaybettiği belgesel film kopyasını hatırlatıp samimiyetini ifade etti.
Ertesi gün iş çıkışı, yağmurlu bir akşamda sarıp sarmaladığım kitabı bilgisine güvendiğim arkadaşıma götürdüm. Kitabı alıp göz gezdirdi, önsöz kısmını okumak için sandalyesine oturduğunda ben de usulca merak içinde yanına yerleştim. Dudaklarından çıkan her söz , söyleyen ama susan bu kitabın yıllar sonra dile gelmesiydi. Okundukça ben mi yoksa kitap mı nefes alıyordu, bilemedim. Tamamladığında, kısaca Mildrıd isimli bir baş rahibenin Urmiye’deki Mor Anya manastırında çocuklara verdiği iman yasası eğitimi ders kitabı olduğunu öğrendik. Hangi yolları aşıp hangi kuytularda duraklayarak bu yüz küsur yılın tortusuna bürünmüştü. Kim bilir daha nice antika kitap nerelerde saklanıyordu?
Konuyu açınca arkadaşım bir anısını aktardı. Bilgisinden faydalanmak isteyen bir aracı sayesinde, okuması için götürüldüğü kasvetli bir mekânda ‘fanqîto’ ismi verilen büyük ebatlı dua kitabını gördüğünü anlattı. Sayfaları açmak için eliyle hamle yapınca engellenmiş. Biri sayfayı çevirirken kendisi de okumaya başlamış. Çevresindeki üç kişi de dikkatle onu izliyormuş. Her türlü detayı öğrenmek istiyorlarmış. Sıra, her dua kitabının son sayfasında yer alan yazarın kimliği, o tarihteki önemli olaylar ve fanqîto’nun ne zamana ve nereye ait olduğu kısma gelmiş. Bu kritik yerde kafalar kitabın üzerinde kümelenirken sayfanın son cümlesini de yüksek sesle okumaya başlamış:
"Her kim ki, Musul Süryani Kadim Meryem Ana Kilisemize ait bu fanqîto kitabını yerinden çıkartırsa Allah tarafından lanetlenecektir, Amin!" diye bitirince hepsinin ağzından vurgulu bir ‘’Aamin!!’’ çıkmış...O şok anında, içindeki kahkahayı patlatmamak için ortamın tekinsizliğinde zor tutmuş kendini. Çevresindekiler de kitabı çalmadıklarına inandırmaya çalışarak mimikleriyle sanki yaklaşmakta olan laneti def edercesine söylenmişler. O da kadim lanetten istifade ederek, daha fazla sıkıştırılmayacağı güvencesinde ortamdan uzaklaşmış. Bunun gibi kim bilir kaç tarihi eserin zengin olma hayalleri ile gözlerden saklandığı tahayyülü ile sohbetimizi bitirdikten sonra kitabı koltuğumun altına alıp teşekkür ederek kendisiyle vedalaştım.
Ertesi gün, yoldaşımı sahibine geri götürecektim. Edindiğim bilgileri iletip kütüphanemin nadide parçalarından olması için bedelinin ne olacağını soracaktım. Gittiğimde yerinde başkası olunca, bir süre daha bekletmek istedim. Böylelikle öğleden sonra buluşacağım ilgili bir arkadaşıma da gösterme fırsatı bulacaktım. Kalabalık Rıhtım Caddesi’nin hemen arkasında kendini saklayabilmiş sıra dışı bir restorana gitmeyi teklif ettim.
Bir zamanlar Boğos Usta’nın fayton imalathanesi olan yüksekçe duvarlı taş yapı, zamana meydan okuyordu. Daha dünmüş gibi, körüklü tavlama ocağında ısıtılıp dövülen demirin ve yanık ahşabın isiyle bezenmişti tavanlar. Demir tekerleklerin takırtısı yerini modern araçlara bırakırken imalathane de birkaç nesil sonra işlevini yitirmişti ve şimdi ‘Fayton’ ismiyle lezzet yolcularını ağırlıyordu. Dile kolay, kentin göbeğinde onca değişim rüzgârında 120 yıla yakın aynen ayaktaydı.
Mekân sahipleri zarif Aslan ailesini ve kalender Levon beyi selamlayarak masamıza yerleştik. Sohbete başlarken arkadaşım, çantasından altı parmak eninde sarılmış bir rulo uzattı. Kıvrımları açtıkça, içinde renkli dinsel motifler bezenmiş, klasik Ermenice harfleriyle epey uzun bir yazı belirdi. Yaklaşık beş metre boyundaydı. Ona kitabımı gösterecekken bu belgeye rastlamak da şaşırtmıştı doğrusu. Meğer okutabileceğimiz bir kişi aranıyormuş. Sonradan, 1811 tarihli, Diyarbakır’da hazırlanmış bir pahpanak (hamayıl); evlerin girişi ve yastık altlarında saklanan bereket tılsımı olduğunu öğrenecektik. Ben de kendisini Süryanice kitabın sayfalarında gezdirmeye başladım. Geçmişin limanına, yere saçılmış rulodaki harf zinciriyle demirlemiştik sanki. Toprağa tohum eker misali bezenmiş antik satırlar masamızda; sıra sıra yadigar demir takımlar taş duvarlarda...
Tılsımın sırrı mıydı bilinmez, bir Ermeni ustanın atölyesinde, kadirbilir Çerkesin lokantasında, iki Süryani oturmuş Rum müziği eşliğinde etnik mezelerden tadımlıyorduk. Yanı başımızda asılı eski şehir haritası da özlenen tabloya selam çakarken; kızgın demirin, teker üzerine sıkıca yerleşirkenki yanık ahşap kokusu ve tarihin tavında dudaktan kâğıda dökülmüş harflerin mürekkep kokusu zihnimizi tütsülüyordu.
Ebruli limanımızdan demir alıp müze-restorandan keyifle ayrıldık. Ertesinde kitabı sahafa ikinci kez götürdüysem de yerinde bir başkası olduğunu görünce bir akşam daha bende kalması için yoluma devam ettim.
Yağan yağmurdan korumak için sarmalamış olsam da eve geldiğimde köşesinden bir miktar su aldığını görünce ilk iş değerli bir nadir kitap uzmanına ne yapacağımı sormak oldu. Direktiflerini yerine getirip, sıcak bir yere usulca koyarken kendimi bir çocuğa şefkat gösterir gibi hissettim. Belki de bu, anadilimi bilmemenin mahcubiyet ifadesiydi. Ertesi gün, üçüncü kez sahafın yolunu tuttuğumda ve yine orda olmadığını görünce yerine bakan arkadaşa emaneti teslim ettim. İçeriği hakkında bilgileri ve satış durumunu akşama doğru geldiğimde ileteceğimi belirterek ayrıldım.
Romandaki Süryani sahafın ‘kitabın gün gelip dilimizden anlayarak bize açılmasını beklemesi’ sözü aklımda, akşama doğru geri geldiğimde bizim sahaf nihayet yerindeydi. Ona detayları heyecanla aktarırken, kendisi de sessizce dinliyordu. Daha kitapla ilgili gelişmeleri ve romandan etkilendiğim kısımları paylaşacaktım. Tam ona böyle bir kitabın bende olmasının önemini anlatacakken, elleri göğsünde kapalı, yüzünde bir acı gülümseme ile sözümü kesti.
"O kitabı senden birkaç saat sonra gelip masanın üstünde gören bir müşteri pazarlıksız satın aldı."... Donakalmıştım. Meğer kitabı verdiğim arkadaş, akşamla ilgili notlarımı olduğu gibi iletmeyince o da geri getirdiğime göre bir alıcı bulamadığımı düşünmüş. İnanamaz halde ağzından çıkacak son cümleyi beklerken, kendisinin şaşmaz sözü “şaka değil gerçek’’ ile kaleyi de düşürmüş olduk. 1895’ten beri bir garip yolculukta olup son iki yılda sahafta dinlenirken benim için uyandırılan kitap kaşla göz, varla yok arasındaydı şimdi. Az evvel hediye edilen bir uçan balonu, elinden kaçırmış çocuğun düş kırıklığındaydım.
Balon gibi neşem de uzaklaşmıştı aniden. Hayıflanırken, “Kısmet” sözünü yarım ağızla tekrarladım. İki kez kapısını zorladığım kör talih üçüncüde avlamıştı işte bizi. Kafamda bütün olasılıkları, talihsizlikleri çarpıştırıyordum. Sahaf, güngörmüş alıcıyı tanıdığını ve kendisinin bir kitap aldıktan sonra geri sattığının hiç görülmediğini hele de ulaşmak istenirse kıymetine daha da inanacağı uyarısıyla son şansa da sıvamayı çekmiş oldu. Dükkândan keyifsiz ayrıldım. Elimde romandaki öğretmenin Hakkârili sahaftan çıkarkenki ne dost bileceğim kitapları ne de armağan edilen tılsım ve denizci haritası...Dağdaki gökkuşağının çocuksu gülümsetişi yerine, iç çeksem akşamın karanlığını yutacak sıkıntısı. Nihayet aradan kısa bire süre geçince keşkelerimi dökündükten sonra keder yerine kaderin huzurlu kollarına kendimi bırakıverdim.
Hem söyleyen hem susan satırlar içini dökemediklerinden kırılmışlardı belki de. Eser, kış güneşi gibi gün yüzüne çıkarak nefeslenip, bulutların arasında saklayıvermişti kendini. Anadilinden kopmuş bir Süryani de, o dilde yazılmış bir esere sahip çıkamamıştı. Doğduğu topraklarda kaybolmakta olan bir dilde, hangi denizlerin haritasında yelken açacak kitabın şimdilik hikâyesi bu kadardı. Bizim hissemize de gelecek baharları beklemek ve 'kendi gitti anısı kaldı'yı yazmak düştü...
Yazı : Özcan Geçer , Güncelleme Tarihi: 10 Ocak 2012
Görseller :
1.) Bereket Tılsımı’ndan Bir Aziz Motifi
2.) XIX. Yüzyıl Hakkâri – Urmiye sınır bölgesinde bir Nastûri Ailesi
3.) Manastır çocuklarına yönelik eğitim kitabı
4.) Manastır çocuklarına yönelik eğitim kitabı önsözü
5.) Fayton Restorant'ın tarihî dokusundan bir kare ; http://www.faytonrestaurant.com/
6.) Hakan Aytekin tasarımı tarla - satır fotoğraf yerleştirmesi
7.) Bereket Tılsımı’ndan Bir Motif