Beyaz yakalı siyah önlükleri üzerlerinde, ellerinde okul ve beslenme çantaları ile okul çıkışı sahile doğru yol almaya başladılar.
Samatya'nın şoseyle kaplı ara sokaklarında adeta kendilerini gizliyormuş gibi duran kiliselerin önünden geçerek tren istasyonuna yokuş aşağı hızlı adımlarla ilerliyorlardı. Yokuşun bitiminde bulunan ekmek fırınının olduğu aralığı geçtikten sonra biraz soluklanabilirlerdi. Bu soluklanma esnasında tezgahlarda sıralanmış balıkları, tavada pişen midyeleri ve ufak meyhaneleri seyretmek, olmazsa olmaz bir şeydi onlar için. Artık çok hoşlarına giden midye ve kokoreç kokularının hakim olduğu meydandan ayrılabilirlerdi. Tren istasyonunun altından geçen ve her daim balıkçı tezgahlarından dolayı ıslak olan yolu takip ederek sahil yoluna varmışlardı.
Rumca'da kumluk anlamına gelen Samatya sahili bu iki kafadar için hiç yabancı değildi. Sıklıkla inmeye çalıştıkları bu sahili çok severlerdi. Bazen deniz kenarındaki kayalıkların arasında dolaşıp; avdan dönen balıkçıları büyük bir dikkatle izlerler, bazen topladıkları çakıl taşlarını denizin en uzak noktasına atmak için yarışırlardı. Eskiden kum deposu olarak kullanılan etrafı Bizans Surları ile çevrili alanda diğer arkadaşları ile birlikte futbol oynamak ayrı bir keyifti onlar için. Fakat bu keyifle birlikte korkuyu da yaşarlardı. Çünkü yıkık surlarla çevrili bu alanın tek misafiri onlar değildi. Sürekli ucuz şarapları yanlarında olan, kirli, pasaklı ve evsiz garibanlar da bu surların sığıntı yerlerini kullanırlardı. Oyun esnasında surların bu gizli yerlerine kaçan toplarını gidip oradan almak, içlerindeki bu korkunun alevlenmesine neden olurdu. Top alanının hemen yanındaki deniz kenarı da onların uğrak yerlerinden biriydi. Sigorta hastanesinin atıklarının da bulunduğu, çöplük olarak kullanılan bu yerde kendilerine yarayacak bir şeyler ararlardı. Eskimiş bir turnike lastiği bulunca sevinip sokaklarına geri dönerlerdi. Çünkü yapacakları sapanları için gerekli lastiği bulmuşlardı, geriye Y harfi şeklinde ağaç dalı bulmak kalıyordu. Bunu da en kolay yaşadıkları sokağın yanındaki bostanların ağaçlarından sağlayabilirlerdi.
Köprü altından geçip sahile vardıklarında yolun karşısına, deniz tarafına geçip yürümeye başladılar. Arkadaşı biraz durgundu ve bir şeyler yapmaktan çok konuşmak ister gibi bir hali vardı. Balıkçıları izlerlerken o gün okulda yaşanan ve kafasına takılan soruyu sorarak konuşmaya başladı:
-Bugün din dersine neden girmedin?
-Dilekçe vermişti babam; onun için.
-Ne dilekçesi?
-Din dersine girmemem için.
-Neden girmiyorsun ki?
-Ben Müslüman değilim Süryani 'yim onun için.
- Süryani ? Ne demek o?
-Şey... şey gibi, Katolik gibi, Protestan gibi
-Nasıl yani?
- Süryanilik, Hıristiyanlığın bir mezhebi anlayacağın.
Ufak bir suskunluktan sonra balıkçıların yanından ayrılıp yürümeye ve başka şeylerden bahsetmeye başladılar. Arkadaşı, kafasına takılan sorunun yanıtını tam anlamasa da almış ve rahatlamıştı. Fakat kendisinde aynı rahatlık gözlenmiyordu artık. O güne kadar varolan ama hiç dile getirilmeyen veya sorulmayan bu özelliği yani Süryani oluşu kafasını kurcalamaya başlamıştı. Hissetmeye başladığı bu farklı olma duygusunun içinde yeşermesine neden olan olay ise din dersine girmeyişiydi. Kendisinin bildiği, belki o güne kadar hiç önemsemediği bu farklılık, bir yerde çok sevdiği arkadaşı tarafından ortaya çıkarılmıştı. Gerçi ilişkilerinde hiçbir değişiklik olmamıştı. Hatta bir keresinde sınıfta yapılan bir ankette en sevdiği kişi olarak arkadaşı onu seçmiş ve bu olay onu çok gururlandırmıştı.
Arkadaşının sorusuna verdiği basmakalıp yanıt kendisi için bir soru olmuştu artık. Gerçekten Süryanilik ne demekti? Çevresinde bu konu hakkında söylenenleri düşünüyordu. Ailesi ile birlikte gittiği kilisede, evde ve akraba görüşmelerinde duyduğu şey hep aynı noktayı vurguluyordu. O da Süryaniliğin Hıristiyanlık ile özdeş olduğuydu. Öyle ki televizyondaki yabancı bir film kahramanı veya bir müzisyen, gezmeye gelen bir turist Süryani olarak tanımlanıyordu büyükleri tarafından. Ama bu tanımlama onun kafasında her zaman soru oluşturuyordu.
-Peki bu insanlar Süryani ise neden kendileri bunu hiç dile getirmiyordu da, Süryani olarak tanıtan büyükleri dile getiriyordu?
Süryaniliğin bir mezhep olduğu şeklinde ki yorum da kafasını karıştırıyordu:
-Protestanlık, Katoliklik gibi bir mezhepse Süryanilik ve Süryanice dili varsa, neden Katolik'çe veya Protestan'ca diye bir dil yok?
Aradan çok uzun yıllar geçmişti. Bu sorunun cevabını bulmak için yaptığı çalışmalar, onun bu konu hakkında belli bir bilgi birikimine sahip olmasını sağladı. Oluşan birikimlere paralel olarak, fikirler üretip bunları pratiğe geçirmeye çalışıyordu. Bu konudaki hassasiyeti yakın çevresi tarafından çekince ile karşılanıyordu sık sık. Ama bu çekincenin kendisini karamsarlığa itmesine elinden geldiğince imkan tanımamaya çalışıyordu. Ve bu ruh halini korumak için hep o günü aklına getiriyordu. Çok sevdiği arkadaşı ona masum bir soru sormuştu. O da bu sorunun doğru cevabını bulmaya çalışmıştı sadece.
Geçen zamanla birlikte hayatında, düşünce ve bilgilerinde, yaşadığı çevrede bir çok değişim ve gelişme meydana gelmişti. Yeni edindiği dostluklar ve yeni bir çevre, kazanımlarından bazılarıydı. Bu kazanımlarından biri olan ve Midyat'ta yaşayan çok yakın bir dostu İstanbul'a ziyarete gelmişti. Bir gün yine yakın bir arkadaşıyla birlikte Midyatlı dostlarını da yanlarına alarak, sahil yolunda yürüyüşe çıktılar. Yağmurlu bir sonbahar sabahı yaptıkları yürüyüş esnasında çeşitli konularda konuşuyorlardı. Bu konuşmalar sırasında bir yandan da etraflarına bakınıyor, dalgalı denizi, yiyecek arayan kuşları ve insanları izliyorlardı. Birden yıllar öncesi aklına gelmeye başlamıştı. Otuz yıl öncesi sahil yolu kaçamakları ile dolu o günleri hatırlamaya başladı. Geçen zaman buraları çok değiştirmişti. Artık sahil gazinoları yoktu. Eski yola göre çok daha geniş bir yol yapılmıştı. Tren istasyonunda kaçak binecekleri treni beklerken, sahil yolundan geçen arabaları rahatça saydıkları günler çok geride kalmıştı artık. Deniz kenarındaki kayıklar ve balıkçılar da kaybolmuştu. Konuşmalar uzadıkça alınan yol mesafesi de uzamıştı. Narlıkapı Ermeni Kilisesini geçip Samatya'ya yaklaşırken gözü tren istasyonuna takıldı bir an. İstasyonun ismi Samatya değildi artık. Tıpkı Samatya caddesi , Samatya SSK Hastanesi gibi Samatya tren istasyonun da ismi değiştirilmişti.
Yağmurun şiddeti yürümeye imkan tanımayacak kadar artınca soluğu ufak bir çay bahçesinde aldılar. İçeriye girdikleri kışlık bölümün denizi gören bir masasına oturdular. Oturdukları yerden top oynadıkları eski kum deposuna bakarak o gün arkadaşının yönelttiği soruyu düşündü ve cevaplarken ne kadar zorlandığını hatırladı. O basit soruya inanmadan verdiği cevap, ona hayatında var olan ama belki de hiç girmeyeceği bir yola girmesine neden olmuştu. Ve bir çok şey gibi, şu an yanındaki arkadaşlarını da bu yolda tanımıştı. “ Ne iyi etmişsin de bu soruyu sormuşsun ” dedi içinden eski arkadaşını yüzünde beliren tebessümle anarak. Hemen sonra, çay içip konuşan iki arkadaşına dönerek bir soru yöneltti. Yöneltirken de “ Bu sorunun sizin için basit olduğunu biliyorum ama benim için de çok değerli olduğunu bilin ” dedi ve sordu:
- Süryanilik ne demek?