Yaz mevsimi dolayısıyla 2007'de gittiğim memleketimde 100 yıl öncesine dair kıssalar dinlemenin heyecanıyla dolu olmanın sevincindeydim...İnsan bazen yanıbaşında duran tarihi keşfedemiyor ya da yaşayanlar yaşandı bitti felsefesiyle aktaramıyor ki sorulana değin bilinmiyor çoğu şey...
Nihayetinde o sene Mardin, gurbetteki birçok evladını ağırladı...Senelerdir yurdunu ziyaret edemeyen dostlarımızı görmek bizi ayrıca onore etti. Ufak rötuş eksikliğine rağmen restorasyonu tamamlanan ve 26 Ağustos’ta geleneksel olarak kutlanan Mor Hannanyo günü sebebiyle Deyr-ul-zafaran Manastırı'nda olmak, her yıl 31 Ağustos’ta kutlanan Mor Gabriyel gününde de Deyr-ul umur Manastırı'nda da olmak harikaydı. Gece 500’ün üstünde ziyaretçisini yatılı ağırlayan manastır, Kudus’ü andırıyordu adeta. O coşkuyu tüm sevdiklerimin yaşamasını isterdim.
Mardin merkezde de yaşam hareketliydi. Evler, yurtdışından gelen akrabaları ağırlıyordu. Bu vesileyle akşam sohbetlerinde eski Mardin’e dair kıssalar anlatıldı ve tarihe doğru yol aldık.
Son basmacılardan Mıksiye Nasra teyzemiz 90’ını aşmış olduğundan çoğunu ondan dinliyoruz. Evinin yamacında bir konak; Amerikan Protestan Konağı... Şu an himayemizden çıkmış ve bir aşiret reisinin elinde olan büyük, bir o kadar görkemli bir konak.
Yıllar öncesinde Mardin o sakin yaşantısındayken, iki kadın gelir Amerika’dan. Mrs. Düe ve Mrs. Flenk. Asılları Arap olan bu bayanlar akıcı Arapçalarıyla kısa sürede iletişim haline geçerler Mardin cemaatiyle...Amerikan Protestan Kilisesi tarafından görevlendirilmişlerdir. İlk adımları bir yuva kurmaktır. Mezopotamya’ya hakim bu kentin her köşesini aramış ve en güzel yakası olan Diyarbakırkapı mevkisinde ovaya bakan arazide temel atarlar.
Arazide görkemli geniş bir konak inşa ederler. Eğitimli oldukları her hal ve tavırlarından belli olan bu iki bayan Mardin’e çok şey öğretmişlerdir. Süryanileri protestanlıkla tanıştırarak kimi kesimlerde rahatsızlık yaratmalarıyla beraber, toplumda liberal modern açılımlarda bulunmuşlardır. Konak; kolejinden hastanesine, bakımevinden sanat okuluna kadar her alanda hizmet vermiş. Bu zamanın şartlarıyla bile uzun bir proje gerektirir gibi görünen bu yapılanmanın o zamanın insanlarına neler kattığını anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır belki...
Konak; tükenmeyen su sarnıcıylada mahallenin su ihtiyacını dahi gidermiş. Öyle ki; mahalleli çeşme başında beklemekten kurtulup, her sabah konağın çiçek kokan avlusunda o güzelim esintilerde dinlenip sohbet ederken testilerini suyla doldurup evlerine dönerlermiş.
Mrs. Düe ve Mrs. Flenk konağın ayrılmaz parçaları... Amaçları inanç aşılamak olsa da aslında onlar insanlık adına topluma çok şey kazandırmışlardır. Bunlar arasında bayanlara özgüvenlerini kazanmaları, kendilerini geliştirmeleri için çaba harcamaları da övgüye layıktır.
İşte bu noktada; Nasra teyzem "iğne oyasını bile bize onlar öğretti" diyerek söze devam etti. Şimdikinden çok daha itinayla ince iğne ve kar gibi ipliklerle oya yapmayı öğretmiş Mrs. Flenk. Bu bile birçok ev kadınının geçim kaynağı olmuş. Nitekim iğne oyası sanatı, uzun yıllar sadece Süryani kadınları tarafından icra edilmiştir.
Konakta birçok çalışan varmış tabii. Hekimi, hocası, bakıcısı.. tam tekmilmiş herşey. Bir de getir götür işine bakan ''Sılo'' varmış. Gülerek taklit ederek bahsetti Nasra teyzem. Müslüman bir çocuktur Sılo. Bahçeye uzanıp ''Mrs. Flenk bir arzunuz ?'' diye seslenince; pencereden "bir adım daha atmak yok Sılo, sen bahçeyi sulayıver" diye paylarmış. Bahçe ki; ne bahçe! ağaç dolu, gül fidanı dolu... Kapıdan geçen, on dakika koklamadan oradan geçemezmiş. Ara sıra at binerlermiş.
Mrs. Flenk’le Mrs. Due pantolon giyilmeyen şehirde taytlarını çizmelerini giyip at koştururlarmış kimi hayran kimi kıskanç gözler önünde..
İhtilal zamanında çoğu aileye sığınak olmuş konak. O harp sırasında ne acıdır ki; kızlarımız kaçırılmak istenmiş. Çoğu aile de buraya sığınmış, Mrs.Flenk konağa kimseyi yaklaştırmamış ve çoğu kızımız büyük çabalarla sınır dışına çıkarılıp kurtarılmış. O günleri böylesi anımsamak gözyaşlarıma hakim olamamla sonuçlandı. Hele ki; art niyetli gençlerin konağın dibinde fırsat kollamak için bekleyişlerini nara atışını anlatırken Nasra teyzem de yüreğinde eski ızdırapları tekrar yaşadı ve hüzünlendi.
O sancılı dönemde herkes bişeylerini yitirdi. Hayatını yitirenler de oldu... Mrs. Flenk ve Düe Amerika’ya sürüldüler, diğerleri ya kaçtı ya da kaçmaya fırsat bulamadan... Tıpkı hekim ve kızınınki gibi; mezarları, konağın bahçesinde iken, belirsiz bir zaman zarfında toprağın büyük bölümü kışla tarafında istimlak edilirken kayıplara karışmıştır.. Artık başında dua okunacak bir mezarları da yoktur..
Pazar ikindisi araladık konağın kapısını. Bakımsız haliyle bile anlatılan kadar harika. Konak sahibi yani aşiret reisi de işte o dönemki ''Sılo'' , vakti zamanında konaktaki bahçıvan. Ahırlar ve yan binalar apartman olmuş. Okul ve hastane olarak göze çarpanlar kültür evi olarak restore edilmiş...
Aşiretin toplantı ve törenleri burda yapılıyor. Havuz boş, ağaçlar çiçekler kurumuş, toprak çoraklaşmış...
Mezopotamya’ya bakan avluda Mrs. Flenk’i arayan rüzgarlar esiyor. Nasra teyzem , evin üst sokağındaki Katolik Mor Efrem ve Rahibeler manastırına çıkardı bizi. Meçhul bir aile yaşıyor odalarında. Bakımsız haliyle iç burkuyor ve kilisenin üzerindeki haçın izi duruyor, ihtilal zamanında bir askerin çekici tutup onu parçalayışını anlatıyor Nasra teyzem... Artık bunların dünde kaldığı için dua ediyoruz.
yürekler yine acıyla burkuluyor,
kayıplarımız çok büyük,
elimizde kalan bir avuç hatıra
dilekler bugünümüze sahip olabilmek,
yarınlarımıza köprü oluşturabilmek.
uçurumun bir kenarında bir konak
diğer ucunda kimbilir daha neler var.....
Güncelleme Tarihi: 3 Nisan 2009