Farklıydı o, ta en başından; yaradılışı itibariyle. Bunu ne zaman mı hissetti? Ne zaman hisssetmedi diye sorulsa daha kolay yanıtlardı belki. Sokakta, okulda, iş hayatında, sosyal çevrede ona hep hatırlatıldı bu. Aynı zaman diliminde, aynı mekanda, hep aranızda ve hep başka bir yerde olan o. Hem bir kadın, hem bir azınlık, yani aynı zamanda bir azınlık kadını.
İlk adımda; ona ‘Adın niye böyle?’ diye soruldu. Yanıtladı. Çatık kaşlı, şüpheci bakışlarıın ardındaki, insan ruhuna seslenme çabalarıyla. Ondaki; farklı bir ağacın meyvesi olma durumuydu. Hem de binlerce yıllık köklü bir ağacın, yaşam değerlerini bir daldaki meyvede yansıtma hali. Nasıl ki biçim özün görünüşü, öz o biçimin bir gerçeği ise; onunki de adı gibi kültürü gibi görünüşündeki tüm unsunları, asırlık toplumsal değerlerinin bir gerçeği olma haliydi..
Ve zaman zaman kulak verildi konuşmalarına, farklı geliyordu konuştuğu lisan. Dikkat kesiliyorlardı; o da bakınıyordu etrafına ve ne yazık ki; kendi dilinden konuşanı bile zor buluyordu son zamanlarda. Okullarının kapatıldığından bu yana, aydınlığının karanlığında ışığını arıyordu. Azınlık içinde azınlıklarının olduğunu keşfediyordu. Pek azının onun dilini konuşabildiğini, daha pek azının okuyabildiği, ve büyük bir azınlığının meyveden yaprağa dönüştüğünü görüyordu. Neydi bunların müsebbibi?. Doğrusu mazbut bir gerekçe de yoktu ortada. Doğal süreçte, karşı karşıya kaldığı zorlukların, gerçekliğini anlaması da uzun zaman almadı bu hususta.
Yine de güzel şeyler düşünmek istiyordu zihni. Mesela hayâl kurmak istiyordu. Bir meslek düşlüyordu herkesin olduğu gibi... İdealler belirliyordu kendine. Listesine bakıyordu ve siliyordu bir bir; polis olamazdı, hava kuvvetlerine katılamazdı...Hele siyaseti geçti hemen, kendi toplumunu bile savunamazdı. Azınlık olmak, hayâllerini kısıtlıyordu. Kadın olmaksa daha fazlasını...Onu okulundan ediyordu. Vazgeçiriliyordu, vazgeçmesi gerekmezken!
Neden mi dersiniz? Korkuların mirası baskılar, tüm yolları yıkarak bir set çekiyordu hem azınlık olmuşluğuna, hem de kadınlığına. Tabular çıkıyordu meydana. Toplumsal baskılar sürüklüyordu onu. Ondan evvelkiler gibi olmamak için mücadele başlıyordu. Özünde varolan o bir köke ait olma duygusu, hatta duygusu demiyeyim ta kendisi, seçimlerini ve kararlarını kontrol altına alıyordu. Evet, aklınızdan geçeni duyabiliyorum, bunun adı itaâtkârlıktı. Elbetteki güzel bir erdem itaâtkârlık. Sözlük anlamı; uyum sağlama. Bir arada yaşamak için, bir bütüne ait olmak için, belki de mutlu olmayı düşündüğü için. Bir kadın için aileye itaât, eşe itaât, bir azınlık için topluma itaât. Madalyonun iki yüzü de teselli etmiyordu onu. Ne alabildiğine özgür ne de ezik...
Hayalleri sınır tanımıyordu oysa. Hayatın süprizlerine açık olmak istiyordu. Mucizeler onun için yaratılmış olmalıydı. Sevmek sevilmek onu bekliyordu. Derken çoğunluklar sarıyor etrafını. Gardını alıyor ve bir ön denetim uyguluyor kendine. Biliyordu; çoğunluklar onun azınlıklarının yaşadıklarını yaşamamışlardı. Ve çoğunluk ile azınlık aynı düzlemde iki küme, kesişemiyordu..Farklıydı bir azınlık olmak, bir kadın, hem de bir azınlık kadını olmak; her etkiye bir tepkiydi, içine kapanmak...
Çok da üstünde durmak istemiyordu, neyse ki, tanıyordu kendini, Necip Fazıl’ın dediği gibi:
‘’Kalıp değil fikir, elmas sorguçlu fakir, açıkta sırrı bakir, kadın
Çölde kaçan bir serap, yönü kementli mihrap, madeni som ızdırap, kadın
Dipsiz hasrete tuzak, en yakınken en uzak, tadı zehrinde erzak, kadın’’
Ah azınlık ve kadınlık. Hayata her sabah yeni dünyalar doğuran, işinde atik, setler üstüne köprüler kuran gayretli ve dinamik, evinde narin, hassas ve şefkatli.
Tek ihtiyacı biraz şans belki, azınlık olmak zor iken bu hayatta, azınlık kadını olarak yaşamak için...
*İçerikte, Yahya Koçoğlu'nun 'Azınlık Gençleri Anlatıyor' isimli kitabından esinlenilmiştir.
Güncelleme Tarihi: 7 Mart 2011