Mardin’li eğitimci sayın Abdulvahap Omuz-lar’ın sitemize gönderdiği, Kasım ayında siz değerli okurlarla da paylaştığımız "
Mor Şumuni ve 40-50 kadar Süryani" yazısından sonra kendisi ile diyaloglarımızı arttırdık. Çocukluk ve gençlik dönemlerindeki Mardin’inden, Midyat’ından ve doğal olarak coğrafyadaki halklardan bahsettik. Bu çokkültürlü atmosferden bahsederken Sayın
Omuzlar’dan tanıklıkları ile ilgili bizimle paylaşacağı yazılar talep ettik. Bir süre sonra "
Mihail Kırılmaz" hakkında bir yerel tarih çalışması süreci ortaya çıktı. Omuz-lar’ın, Mardin’e damgasını vurmuş ve yerel halkın her kesimi tarafından tanınan bu isimle ilgili samimi yazısı bizi de harekete geçirdi. Site Ekibi olarak, geçmişte belki de sadece ismen bildiğimiz bir kimliğin biyografisini çıkarmaya karar verdik. Yaşayan yakınları ve akrabaları, ondan etkilenmiş isimlerle sözlü tarih incelemeleri yaptık.
Yazarımız
Zekiye Dayar; çocukluğundan çok iyi tanıdığı aile lâkâbı
Cerci olan
Mihail Amcası’nı ve onunla ilgili anılarını, ulaştığımız bulguları da derleyerek kıvrak kalemiyle aktarmaya çalıştı. Araştırmaları-mız ertesinde,
Kırılmaz’ın bestelerinden feyz alan, müziğe onun teşvikiyle devam eden ve albümünde eserlerini kullanan sanatçı
Semir Ortaç da bizimle paylaşımlarda bulundu.
Abdulvahap O-muzlar’ın hem Mardin’in yerel sanatçıları hakkındaki hem de
Mihail Kırılmaz özelindeki anlamlı yazıları da birleştiğinde, onun hakkında yarına belge bırakacak bir derleme oluştu. Kendisinin düşük kalitede çekilmiş ses kayıtlarına da ulaşabildik ama ileri bir teknoloji ile seslerin temizlenmesi gerekmekte. Sayın Omuzlar, bize yerel sanatçılardan Ahmet Salarvan’ın 2008 yılında çıkardığı albüme, çıkış parçası olarak Kırılmaz’ın meşhur ettigi "
Meyme Acuz" ismini verdiği bilgisini iletti. Albümün yapımcısı Hasan Çuha, yerel müzikler konusunda derin arşiv çalışmaları olan ve Kırılmaz’ı yakından tanımış bir isim. Çuha, Türkçe’ye çevrildiğinde kafiyenin tutmamasından parçanın melodisinin aynen bırakılıp sözlerinin değiştirildiğini belirtirken, Kırılmaz’dan günümüze kalan düşük kalitedeki orijinal ses kaydından bir kesitin de onun hatırası için girişte kullanıldığını vurguladı.
Somut Olmayan Kültürel Mîras’ın bir parçası olan bu tür öğelere gereken değerin verilmesi gerekmekte. Resmî tarih incelemelerinin yanısıra sivil tarih arayışlarının farkında olan bir anlayışla, geride bıraktıklarımıza saygı ve minnetle siz değerli okurlarımıza bu incelemeleri sunuyoruz. Zekiye Dayar’ın "Dört Mevsim Mihail Amca" yazısını ve Semir Ortaç’ın kendisi ile ilgili aktarımlarını Anasayfamızdaki Güncel Bölümünde, Abdulvahap Omuzlar’ın*"Birkaç Seansta Rehabilite" ve "Bir Süryani Halk Ozanı" yazısını Konuk Yazarlar Bölümünde okuyabilirsiniz. Ahmet Salarvan’ın orijinal ses kayıtlı video klibini de "Birkaç Seansta Rehabilite" yazısının altındaki linkten izleyebilirsiniz. Kırılmaz Ailesi’ne, tüm emeği geçenlere ve incelemeyi okuduktan sonra katkıda bulunacağını düşündüğümüz ilgililere teşekkürlerimizle...
Özcan Geçer
DÖRT MEVSİM MİHAİL AMCA
Mevsim bahar.. Bir elinde bastonu, diğerinde dalından kopardığı bir zahir, Mardin halkına yaşamın tazeliğini müjdeliyor; dilinde coşku yüklü nağmelerle dar sokakları arşınlıyor Mihail amca. Yıllara rağmen yaşlanmamış ruhunun coşkusu bu; sevginin yüreğine sığmayan biçimi, belki bir Tanrı nimeti, belki varlığının bir başka şekli... Onun ataları Beyt Cabra Şeğho idi. 1916’da dünyaya gelmişti ve onun adı Mihail Cerci’ydi. Lâkapları, dedesi Corc’dan yadigârdı. Soyadı kanunundan sonra "Kırılmaz" olacaktı. Varlıklı bir ailenin, babalarının vefâtıyla işleri devralan kardeşin de beklenmedik vefatıyla çözülmesi ve ertesinden gelen zor yıllarla mücadelesinin bireylerindendi. Sevdiklerini daima yanında arzular ve bunu bir mânîyle bütünlerdi:
"Cıyne dar nısel ala habayıp, venne dar nıhki ala ğayıp
Cıyne dar neşşefu ağneyne, sar ısnın vamarru alayne
Ya mahbub atvahna ı’ğarayıp, ya mahbub atbahna l’ğarayıp"
"Eve geldik sevdiklerimizi soruyoruz ve hangi evdeki kaybımızdan bahsetmeliyiz.
Geldik eve, gözyaşlarımızı kuruttular, seneler geçti bize yüz çevirdiler,
Ya dostum bize kayıplarımızdan haber ver"
O sevdiklerini dizelerinde, biz de onu kendi bestelerinde aradık. "Diri olanı neden ölüler arasında arıyorsunuz ?" diye seslenen melek gibi, hâlâ sözleriyle yaşayabileni bestelerinde aramamız çok da doğal değil mi?
Nitekim büyük bir üstâttı Mihail amca, büyük bir hazineydi. Şen adamdı ve şen bayramlar getirirdi üzerimize. Zaman ve mekân farketmezdi onun için. Ya bir avlu sefası, ya bir yemek sofrası ya da bir iskambil masası...Neşelenmek için sebep gerekmezdi, ne de üzüntüsünü anlatması için yakınması. Bir dörtlük tuttururdu, dilinde ve kalbinde ne varsa duyguları kadar kızgınlıkları ya da isyanları, topluma dair sorunları bir bir sıralardı ustalıkla. Dinleyenlerini hem güldürür hem düşündürürdü böylece.
"Baba cebil yuyu hep teyıeb meil şebeb mama kalit yuyu şu bel em
Bıntıl ammev ammıthe bıntıl helev halithe kessir cevzeb rigbithe
Şarkiv şimeliv ğarbi tırki avruppi arabi libu fi yuyulçelebi şu bel em
Nısbıl mağel vıl şeri bidil ısted ısted vil sanı aklu b dayı vdayı aklu bil yuyu"
"Baba yuyu(bebeyi)’yu getirdi; keyifli gençlerle beraber,
Anne dedi, bebek amcasını görsün
Hala kızı ve halası, teyze kızı ve teyzesi, dizlerinde ceviz kırıyor
Doğusu kuzeyi batısı, türklü avrupalı arabın çekirdeği, çelebi bebekte, amcası bilsin
Memleketin yarısı ve sokaklar ustanın elinde, usta ve çırağın aklı dayıda, dayının
aklı yuyuda"
Ne hoş benzetmelerdi ki bunlar, okurken dahi bu kıvrak zekadan akan nağmeleri hayranlıkla çözmeye çalışıyorum. O bebek ki, geçmişin elçisi, geleceğin bekçisi...Hem ecdadına bağlı, hem de evrenselleşebilmiş. Her kim sahipse ve itimat ediyorsa o taşa toprağa, tek baktıkları nokta işte bu yuyuda.
Zenginliğinin ölçüsü yoktu ki, şimdi birkaç satırla tartıp biçelim. Nihayetinde yüreği gibi cepleri de doluydu Mihail amca'nın. Paskalya zamanı renkli yumurta çörek, kır pikniklerinde bir avuç yeşil badem, çeşme başında bir parça tandır ekmek, ya da avlu kenarında bir avuç çekirdek. Herkese verecek bişeyleri vardı ve mutlaka söyleyecek bir bestesi.
"Kenli fistan ahmar demmi, şabatu ıbin ammi
Mosterci akul lemmi, tıdrıbni ala thimmi
Kenli halak mın tentene ğhasaltuhu fil tencere
Naşartuhu alel mandara asartuhu fil mengene
Şabatu ibnil şahtana"
"Kan kırmızı bir fistanım vardı, amcaoğlum çaldı
Anneme demeye korkuyorum, ağzıma vuracak diye
Bir abam vardı tenteneden, tencerede yıkadım
Mengenede sıktım,Salonun üstünde astım
Şahtananın oğlu çaldı."
Değil miki o, benzetmelerinde fistanını dahi amcaoğluna kaptırmış ardından da şikayet bile edememiş çaresiz barış adamıydı. Nesi varsa ortadaydı. Her daim başında bir şapkası vardı, bir de çoban mendili. Belki de yılın en sevdiği zamanıydı yaz mevsimi ve bitmeyen düğünleri. Bir duble rakı ve bir dilim beyaz peynir eşliğinde dile getirirdi tüm yaşam öykülerini. Dizelerinde aşkları ayrılıkları, gurbetten dostlarını arayanları, gelinle kaynanaları ve hatta kumaları dillendirdiği gibi şüphesiz daha bir çoğu da nasibini alırdı bu yolculuktan.
"Vıddırradırra hiye eyşked mırra kıllitkin kulu mai hede amrallah
Martıl icdide ehedle sevir martıl ateke tımşi vıtzevır
Martıl icdide sevetlu ırok martıl’eteke halefit moddok
Martıl icdide sevetlu ğ’bebet martıl ateke kemıtlu fılşebet"
"Kuma kuma ne kedar acıdır, hepiniz benle söyleyin bu Allahın mı emridir?
Eşi yeni hanıma bilezik aldı, eski hatun yürüyüp kaş çatıyor
Yeni hanım eşine içli köfte yaptı, eski hatun tatmayacağına yemin etti
Yeni hanım eşine ikbebet (haşlama içli köfte)yaptı, hatun ucu yanmış odunla şaha kalktı."
Kim eve gelen kuma için hanımın tavırlarını böylesi mizahla tasvir edebilirdi ki. Bu onun düğünlerdeki eşsiz yerinin belirginliğinden ziyade bestekarlığının da bir kanıtı değil midir?
Her mekanda olduğu gibi, kiliselerde de söylediği ilahilerle sesi yankılandı çoğu zaman. Rabbine olan sevgisi ve itâatkârlığıyla başı semaya dönük, kendinden çok dünya insanı için dua etti her zaman. Ve hiç unutmadığı dostlarının hatırını almak için bir çok cenazede bulundu inanç ayırımı yapmadan. Ne sesini ne sevgisini ne de duasını esirgedi bizden ve kardeş toplumlardan. Dahası onun gibi hiç kimse ağlatmadı ağıtlarında, hiç kimse mizahı harmanlayamadı şarkılarına ve onun kadar çok anlam çıkaramadı yaşamdan. Öyle ki; 1941’de 20 kura askerlik için evlerinden alınanların ardından yaktığı kendi bestesi bir türkü, dillerde dolaştı yüreklerde yangın oldu.
"kıl ğayyamıt ıl’dinye, tela’u ıl’kafle
Mınnın sahbin yeteme
Mınnın sahbin kıfle
Mınnın sarlın ğhabara,
Mınnın ala ğafle,
Belki Alla yıfrıca,
Le’yıtla-un mın’cenne..."
"Dünya bulutlandı, kafile çıkardılar
Kiminin çocuğu var
Kiminin yaşlı ailesi
Kiminin haberi oldu
Kimi aniden
Belki Allah aydınlığa kavuşturur
Ki cennetten çıkmasınlar..."
Bir kısmını aktardığım bu ağıtla binlercesini ağlattı ve binlerce askeri andı her satırında. O kendi toprağının insanına karşı vefakar, O Mardin’in batan güneşine hayran ve sevdalar anlatan gönül adamıydı.
"Ya şems l-mağrup, alal d’rup, ismi mes’ut, kalbi delul, alal mahbub, ya sab’r eyyub"
"Ey batan güneş, çaresizlerin üzerine, ismim mesut, kalbim hasretli,
Sevilen için , ey Eyyüb, sabır"
Evi; Mardin’in etekleri etrafına birbirinin ardı sıra yükselerek dizilmiş damlar arasında, uçurumun ucuna tutunmuş bir sal gibiydi. Dar sokakları aşınca kaya üzerinde demir bir kapı yükselirdi. Gıcırtılı seslerle kapıyı aralayınca, kurna başında su içen güvercinleri semaya kanat çırpar, Mihail amca'nın şapkasını kaldırıp selam verişi gibi karşılarlardı bizi. Avluda ilerleyince alçak bir ayvandan sağlı sollu iki oda uzanırdı. Daha salona ilk adımı atar atmaz bizi başka bir atmosfer sarardı. Yılların, yaşanmışlıkların taşlara sinmiş mistik bir kokusuydu bu... Salonun sağında boylu boyunca uzanan ve üzerinde daima bir kilim serilen taht divana ilişir, karşıda iki göz gibi güneşe bakan pencerelerden, ufuk çizgisine değin uzanan manzarayı seyre dalardık. Süryani evlerinin vazgeçilmezi olan haç şeklindeki asma tavanıyla, duvarda asılı siyah beyaz fotoğraflarla sadelik barından bu ev, dostların toplanıp gecelerin değişmez eğlencesi iskambil oyunlarıyla (ki çoğunlukla üçlü oynanırdı), bıttımla (yabani fıstık) oynanan basmayla, sobada közlenen kestane çıtırtıları ve bir kadeh ev yapımı üzüm şarabıyla renklenirdi; Mihail amcanın sesiyle şenlenen sohbetlerle ziyadesiyle süslenirdi. Bir şarkı da kuvke kurabiyesine benzetilen tatlı hatuna gelirdi:
"Kukiye yar mığbiye, sırna halabiye, şa’me ala ğadde, tısve elf fıddiye"
"Kuvke yar saklıdır, ardınca sallanır olduk, yanağında beni, beni bin gümüşe
bedel."
Bu sözler beni ne kadar gülümsetiyorsa, avludaki küçük odanın kuyuya bakan penceresi de aynı etkiyi yapardı bende. Her kış bu pencerenin önünde ısınmak için 1 metrekarelik alanıyla alçak, ahşap bir kürsü kurulur, altına içi kor ateş dolu bir mangal yerleştirilir, kürsü üstüne de epeyce sarkan bir yorgan serilirdi. Oturmak için minderler yastıklar döşenirdi kenarlara. Çoluklu çocuklu dört bir köşesine iliştiğimiz bu kürsünün altında ayaklarımızla birbirimize şakalar yapar, gülüşürdük. Elinde iğne oyasıyla Marin teyzemizin (Mihail amca'nın eşi) hikayelerini dinlerdik çoğu zaman. Kar bastırmışsa eğer elimizde tas dışarı koşar, temiz yerinden kaşık kaşık kar doldurur, üzerine pekmez gezdirir yerdik. Hatta bazen bunun için kavga bile ederdik. İşte Mihail amca'mın evinde tadına doyulmayacak günlerin tarifsiz bir lezzetiydi bu.
Evin avlusu Mezopotamya’ya bakardı. Sonbahar gelir, ova kahveli sarılı entariler giyerdi boylu boyunca. İşte o zaman üzümler olgunlaşır, hasat mevsimi başlardı. Her aile reisi gibi onda da karınca misali tatlı bir telaş, her sabah evden çıkarken bir kızına sorardı ne eksik var diye bir de komşusu Hacciye nineye, Selma anneye. İnşaat işinden ağırlık çökmüş omuzlarına, nasır tutmuş ellerine, dizlerini yoran evinin yokuşlu merdivenlerine aldırmadan Hacciye ninenin buğdayını, ekmeğini taşıdığı kadar, güvercinlerinin arpasını da unutmadı hiçbir zaman. Yaz kış demeden, abası sırtında avludaki kurnaya su doldurup, yolda bulduğu her ekmek kırıntısını bile güvercinlerine yem eden, kış günü güvercinler aç kalır diye üzülen, onları böylesi sevgiyle besleyen başka bir el daha var mıydı acaba? Belki güvercinleri dile gelseler; bizi karşılarken söylediği şarkıyı, onun anısına söylerlerdi:
"Ceni l’dalali, nazzıl hayıl selim, selem ala tula, maşallah ıl’lğuna,
lemen şafu tula, Allah ı’necci"
"Nazlı yar gelmiş, selameti indir, selam boyuna, Mâşallah gözlerine,
Boyunu gördükleri zaman, Allah’ım sakınsın."
O gözler şimdi seni anıyor Mihail amca...
Bende bembeyaz bir hatıra olan çocukluğumun kışlarında lapa lapa kar yağardı Mardin semalarından ve bazen yarım metreyi aşacak kadar kalın beyaz bir örtüye bürünürdü dar sokaklar. Yollar tıkanırken ne yapacağız demeye kalmadan, o buz kesen şafak vakti, elinde sıkıca kavradığı faraşıyla okula gidecek çocuğa, tandırda ekmek pişirecek kadına bir nehir yatağı gibi yol açardı Mihail amca...
Neden kış geceleri onu hatırlatıyor diyorum çok sonra. Nasıl unutabilirim ki yılbaşı gecelerini. Sofrayı binbir çeşit yemiş ve meyveyle (demiye) donattığımız o bereketli gecede, ne olursa olsun akşam duası için kiliseye gelir, mumunu kandilinin ateşinden yakar ve her hanenin kapısını çalarak sabaha kadar sönmeyecek kandilimizi o ışıktan yakardı. Bu bir aydınlık simgesiydi, bereketti, nurdu ve yeni senemizde ruhlarımızda yanmasını dilediğimiz doğruluk ışığıydı. Diyebilirim ki herkesin kapısını çalarak ulaştırdığı bu ışık Mihail amcanın kalbinde herkese yansıyan bir sevgi meşalesi olarak parlardı. Onun sundukları karşısında naçizane ikram ettiğimiz bir avuç cevizle kuru üzümü reddetmez, belki her zaman istediği beyaz şeker ve bir bardak suyu içer, dörtlüklerle süslediği sohbeti ve hayır dualarıyla senemizi ilk o kutlardı.
Ve hala eski bir fotoğraftan bakan melûl gözleriyle, sanatçı ruhunun o naif tavrıyla gülümsemeye çalışıyor Mihail amca. 5 eylül 1997’de sesini bestelerine mühürleyip, sessizce gitti aramızdan. En çok sevdiği yere, her sabah günaydın dediği Mezopotamya’da bir inci tanesi olan ve aynı adı taşıyan Mor Mihail Kilisesi’nin ağaçlarla, kuşlarla dolu bahçesine uğurladık onu. Yaşlı gözlerle onu seven onlarca kalbi üzdüğü için o da hüzünlenerek veda etti sanki bize.
Bir tohum ektik, bir avuç toprak serptik ardından ve o filiz verdi. Bir dalında sözleri besteleri asılı kaldı, bir dalına güvercinleri oturdu. Bir çiçek açtı tepede, bir mum ışığı... Yılbaşlarında ne olursa olsun ulaştırdığı o ışığı, bir kaç yıl ben dağıttım, bir kaç yıl annem ve şimdi de biricik kızı Leyla’sı, sonra da torunları...
Bazı insanların gönülleri ayna gibi saf ve temizdir. Gerçek ve güzellik oraya yansır ama gözün bir an gördüğünü, dil yıllarca söylese anlatamaz.
Seni her mevsim anlatmak umuduyla Mihail amca...
Semir Ortaç'ın Mihail Amca ile ilgili Hatıraları: Benim çok sevdiğim, engin bilgilerinden yeni bir şeyler kapmaya tam başlamışken bulduğum hazineyi kaybettiğim insandır. Müzik hayatımda çok önemli bir yeri vardır; üzerimde hakkı olan birkaç insanın en başta gelen ismidir. Askerden yeni dönmüştüm, arapça mardin şarkılarına merak salmıştım; bunları tam öğrenebilmek için düşündüm babama sordum tek kaynak Mihail amca'ydı. Ammo dedim kaset yapacağım ve senin yardımına ihtiyacım var. "Ale ayni ale rasi" (Başım gözüm üzerine) dedi; oturduk bir şarkı, bir şarkı daha bir de baktım akşam olmuş. Melodileri onun söylediği tarzda kelimelerin manası bozulmadan söylemem lazımdı ki ben onun söylediğini aynı vurguyla tekrar edince hoşuna gitti. Bıkmadan usanmadan bana hem sözleri öğretti hem de söyleme tarzlarını öğretti.
Kaset çalışmalarımı tamamlamıştım. Ona albümümü götürdüm; arabada dinliyorduk, ağlamaya başladı. Amca beğendin mi? Artık ölsem de gözüm açık gitmez Mihail amca. Şarkı söylemeye başlayınca mikrofona gerek yoktu. Allah öyle bir ses vermişti ki olmaz öyle bir şey...Bir gün bir düğünde çalarken elektrikler kesildi; akşam da başka işimiz vardı. Böyle devam ederse sesim kısılacak akşam ne yapacağım diye düşünürken baktım kapıdan Mihail amca girdi; böyle bir tesadüf olamaz. Hemen geldi yanıma oturdu. Amca seni Allah gönderdi; başladı şarkı söylemeye, celeb bitene kadar bize yardım etti. Gani gani rahmet dualarımız onunla; Mardin’in neşesi "halk ozanıydı".
Hiç kibirli değildi; yolda geçerken kimi görse konuşurdu, hal hatır sorardı.Taziye olunca herkesten önce koşardı, hiç bir zaman ayırt etmezdi bu müslüman, bu hıristiyan, bu zengin, bu fakir... herkesle kardeşti Mihail amca. Bayramlarda, sabah akrabalardan önce o gelirdi bayramımızı kutlamaya. Biriyle yeni tanıştığında adını sorar hemen adına bir dörtlük okurdu. Hoşuna gitmeyen bir şey olunca hemen inceden inceye dokundururdu laflarını anlayana... anlamayanasa güler geçerdi. Mardin çok hazineler kaybetti; bunlardan biri de halk ozanımız Mihail amcaydı. Allah rahmet eylesin.
*Abdulvahap Omuzlar'ın Mihail Kırılmaz'la ilgili yazısını alttaki linkten okuyabilirsiniz.
http://www.suryaniler.com/konuk-yazarlar.asp?id=640
Güncelleme Tarihi: 26 Ocak 2010