"Tanrı ışıktır ve Onda hiç karanlık yoktur. Eğer Onunla paydaşlığımız var der ve karanlıkta yürürsek, yalan söylemiş ve gerçeğe uymamış oluruz. Ama kendisi ışıkta olduğu gibi, biz de ışıkta yürürsek, birbirimizle paydaşlığımız olur."
Türkiye'den Hollanda'ya göç etmiş olan İsa Bakır isminde bir Süryani'nin, TRT-INT Avrasya'daki "İstekler" programına göndermiş olduğu bir mektuptan tesadüfen haberimiz oldu. Daha doğrusu o zamanlar radyoda görev yapan İrfan Eroğlu, çöp kutusunda bulduğu bu mektubu, Süryanileri yakından tanıyan ve onlarla ilgili televizyon belgeselleri hazırlayan Hakan Aytekin adındaki arkadaşına verir. Mektubu alan Hakan bey, uzun yıllar bu mektubu saklar. Geçtiğimiz yıl bir televizyon kuruluşu için Süryanilerle ilgili belgesel hazırlayan Hakan Aytekin, belgesel çalışmaları sırasında tesadüfen tanıştığı bu sitenin hazırlayıcılarına bu mektuptan bahseder.
Mektubu uzun yıllar saklayan Hakan Aytekin, bu mektup sahibine uzun zamandır ulaşıp cevap yazmak istediğini ama bir türlü başarılı olamadığını söyler. Bizde ona bu konuda yardım edebileceğimizi, mektuba yazacağı cevabı yayın organlarımızdan birinde yayınlayıp İsa Bakır'a ulaştırabileceğimizi söyledik. Gerçi uzun araştırmalar sonucu mektubu yazan İsa Bakır'ın adresine ulaştık ve Hakan bey ona yazdığı cevabi mektubu yolladı. Fakat mektubu aldığına dair henüz elimize bir bilgi geçmedi. Bizde belgesel çekimleri sırasında tanıştığımız sevgili dostumuza verdiğimiz sözü yerine getiriyor ve çöp kutusunda bulunan istek mektubunun kısa bir özetiyle, o mektuba yazılan cevabı sitemizde yayınlıyoruz. Umarım tesadüflerin bir araya getirdiği bu insanlar arasında en kısa zamanda bir iletişim kurulur ve çok ince düşünceli dostumuz Hakan Aytekin'i mutlu ederiz.
İsa Bakır'ın 12 Kasım 1992 yılında, Hollanda'nın Aalten kentinden yazıp postaya verdiği 3 sayfalık istek mektubu özetle aşağıdaki gibidir;
"...Çok değerli program yapımcıları, ben, 12 senedir Türkiye'den uzak ve kopuk olarak yaşıyorum. Ama, özellikle doğum yerim olan, dağları, taşları,sokakları, ağaçları, dağlarında çobanlık yaptığım yerleri ve herşeyisi gözlerimde tüten (Harapmişki)=Dağiçi köyümü ve ülkemin hasretlerinde yoğrulmuş bir kişi olmaklar beraber onları kalbimin en derin yerlerinde hem yaşıyor hem yaşatıyorum.
İşte yıllar yılı içimde sakladığım, gizlediğim, bu, içinde doğup çocukluk yıllarımı yaşadığım ve onun her 4 mevsimi'nin kokusunu, havasını unutmadığım ve unutamayacağım benim atalarım tarafından ilk olarak inşaa edilip kurulmuş şu güzel köyümün, Dağiçi köyümün hasretini hiç olmazsa ,,İstekleriniz" adlı programınızın aracılığıyla hafiflatabilmek için, sizlerden "gözyaşım"ın yalvarışlarıyla bir istekte bulunacağım.
Evet, bu ,,hasret" duygusu yalnız benim için geçerli deyil. Fakat muhakkak'ki bütün köy-hemşerilerim içinde geçerlidir. Ve bunca yıldır köy-hemşerilerimle görüşemediğim için bu şarkıyla onlarla buluşmak imkanı verirseniz kendimi en bahtiyar bir kişi olarak bilmiş olurum...
Evet, çok sevdiğim ve saydığım Arabesk'in krallar kralı bildiğim, Orhan Gencebay'dan ,,Hasret Rüzgarı" adlı parçayı sizlere adlarını yazacağım aile ve kişiler için çalmanızı ricada bulunuyorum.
Elimden geldiği kadarıyla aileleri bir soy ismiyle belirtip kısa kesmeye çalıştım. Bu aileler ve kişiler, herkes kendini ayrı bir ülkede ve o ülkenin ayrı yerlerinde bulduğu için onların hepsinin adlarını yazdığım sırayla okumanızı niyaz ederim.
Elinizde bu parça yoksa o zaman Orhan'ın başka bir parçasını diliyorum. Tabii ki şarkı ,,Hasret rüzgarı" adlı parçanın eş anlamında olursa daha iyi olur. O da yoksa o zaman siz beğeneceğiniz, uygun bulacağınız elinizde bulunan Orhan'ın başka bir şarkısı olsun. Evet yazımdan fark ettiğiniz gibi Orhan, Orhan ve bir dahada Orhan. Eğer Orhan'ın hiç yoksa O zaman Coşkun Sabah'ın ,,Haberin var mı"adlı parça olsun. Şayet onunda yoksa o zaman Emel Sayın'dan bir parça olsun örneğin: ,,Kuruyan dudağıma bir damla su verseydin."
Evet fark ettiğiniz gibi gürbet ellerde çok uzaklardan köyüne hasretli olup çırpınan bu ferdi, ben: İsa Bakır başınızı fazla ağrıtmadan şarkıyı istediğim aileler ve kişilerinin adlarını yazmaya geçiyorum..."
İsa Bakır mektubunun üçüncü ve son sayfasında daktilo ile gurbet illerinde yaşayan tüm akrabalarının adlarını isimlerini yazıyor ve mektubunu noktalıyor.
İstanbul, 31 Mayıs 2001
Sevgili İsa Bakır,
Elime nereden ve nasıl geçtiğini hayal meyal hatırlasam da, özene-bezene yazılmış mektubun sana ait olduğunu gayet iyi biliyorum. Mardin'de, Süryanilerin yaşadığı bir dağ köyünden; son yıllarda "Dağiçi" diye söyleniyorsa da anadilinde "Harapmişki" olan köyden olduğunu da...
Mektubundan bu yana yer ya da "dünya" değiştirmemişsen kuzey ülkelerinden birinde, Hollanda'da, Aaalten'desin... Tarihte bir kavim olarak İsa Mesih'e ilk bağlanan topluluk olarak bilinen Süryanilerin çoğu gibi bugün sen de doğduğun topraklardan çok çok uzaktasın... Orada, "Ardım sıra gelen yaşam ışığına kavuşacak, hiçbir zaman karanlıkta dolaşmayacak." diyen, o çok sevdiğin adaşın Mesih'in peşinde olmadığını da biliyorum. Buram buram memleket hasreti çektiğini de.
Yaşadığını sanıyorum; dahası, yaşıyor olmanı gönülden istiyorum. Kuzeyde, muzeyde, her neredeysen. On iki yıldır Türkiye'den uzak ve kopuk olarak yaşadığını söylüyorsun. Hayattaysan ve o günden bugüne memleketine hâlâ ayak basmadıysan, bu uzaklık ve kopukluk yirmi yıla dayanmış. "Doğum yerim olan, dağları, taşları, sokakları, ağaçları, dağlarında çobanlık yaptığım yerleri ve her şeyi gözlerimde tüten" dediğin köyünü "kalbimin en derin yerlerinde hem yaşıyor hem yaşatıyorum" diyorsun. Özlemini satırlara sindirip, satırlarla avunarak...
Televizyondaki "İstekleriniz" programına yazmışsın bu mektubu. "Sizlerden, göz yaşımın yalvarışlarıyla bir istekte bulunacağım" diyor ve Orhan Gencebay'dan "Hasret Rüzgarı"nı çalmalarını istiyorsun. "Evet, bu "hasret duygusu" yalnız benim için geçerli değil. Fakat muhakkak ki bütün köy-hemşehrilerim için de geçerlidir..." On iki yıl ve doğduğu topraklardan bilmem kaç bin kilometre uzakta olmak, insana başka hangi müzik parçasını bu kadar gönülden istetir ki? Ama yine de temkinlisin, programın yapımcılarının ellerinde bu parça yoksa, "eş anlamında" bir parçaya da razısın ve ekliyorsun: "O da yoksa o zaman sizin beğeneceğiniz, uygun bulacağınız, elinizde bulunan Orhan'ın bir başka parçası olsun. Evet, yazımdan fark ettiğiniz gibi Orhan, Orhan ve bir daha da Orhan. Eğer Orhan'ın hiç yoksa o zaman Çoşkun Sabah'ın 'Haberin Var Mı' adlı parça olsun. Şayet o da yoksa, o zaman Emel Sayın'dan bir parça olsun. Örneğin 'Kuruyan Dudağıma Bir Damla Su Verseydin"...
Sevgisini sunarken çocukları arasında ayrım yapmayan ana-babalar gibisin, kimler için istekte bulunduğunu belirtirken. Kimseyi unutmamak, kimsenin gönlünü kırmamak istediğin belli oluyor. "Elimden geldiği kadarıyla aileleri bir soy ismiyle belirtip kısa kesmeye çalıştım" desen de uzayıp gidiyor listen: "Hollanda'nın Enschede kentinden Babam Yusuf Bakır, annem, ağabeyim Maravge, kardeşlerim Süleyman ile Ğebro... Amcam Malke Kömürcü, Yuhanin ile Ğarbet Kömürcü, Sait Kömürcü, Ğ. Kömürcü, Aslan Kömürcü ve ailelerine... Almanya'nın Paderborn, Gütersloh, Ennigerloh, Hamburg, Bremen, Worms, Berlin ve Ausburg şehirlerinde oturan şu akrabalar için: Bakır aileleri (Amcalarım, oğulları ve aileleri) Şabo, İskender, Aziz, Ğebro, Lahdo, Fehmi, Murat... Kömürcü aileleri (Akraba amcalarım ve aileleri) Tedo, oğulları ve aileleri; Süleyman ve ailesi; Gevriye oğulları Afram, Denho ve Abdo... Nergis aileleri (Dayılarım, oğulları ve aileleri) Gello, Lahdo, Semun, Hanne Gevriye, İsa, Abdo, Yakub, Ğebro, Aziz, Yusuf, Davut, Maravge, Afrem, Sabri, Süleyman ve Numan" Liste bitmiyor... Daha kimler yok ki adını andığın: "Halam Sıfna, oğulları Nail, Huzni, İsrail ve aileleri... Turac aileleri: Reşşo, Hanna, Dercis, Musa, Musa'nın eniştesi Aziz ve aileleri... Demir aileleri: Fehmi Demir, babası, kardeşi, Şemun ve aileleri... Amsih Dik ve ailesi için."
Fosforlu, transparan, sarı bir kalemle "Amsih Dik ve ailesi için." cümlesinin üzeri yapımcılar tarafından çizilmiş. Bu isim onlara başka şeyleri çağrıştırmış anlaşılan. Oysa senin dilinde, kimbilir ne anlama geliyor bu sözcükler. Bilmem, belki de anlamı yok. Ama eminim ki, onların aklına gelenlerle uzaktan yakından bir ilgisi yok bu sözcüklerin. Mektubu yazdığın sırada Amsih Dik'in babası Semun da hastaymış; ona da "Acil şifalar diliyorum." diyorsun. Saf, arı, duru bir adamsın belli ki. Sanki mektubu yazdığın kişi(ler) televizyon yapımcıları değil de, Amsih Dik'in kendisi... Ve listen uzayıp gidiyor: "Belçika'daki büyük annanem, teyzelerim, Antar, oğlu Tuma Yiğit, İbrahim ve kardeşi Edip Nergis için... İsveç'teki halam oğlu İlyas Kömürcü, eniştem Denho Gülger ve ablam için... İsviçre'deki çok samimi arkadaşım İbrahim Akıncı için... Sonra bütün köy hemşehrilerim için... Ve komşularım Hanna Kılıç, Şmilo ve Antar aileleri için."
Harapmişki'den binlerce kilometre uzağa, onlarca yerleşime dağılmış akrabalarını tek tek saymanın, bir tür kendini kandırma olduğunu kendine itiraf etmeden, sayıyorsun bu isimleri... Biz hâlâ biziz ve birlikteyiz diyorsun, o alışamadığın ve asla alışamayacağın topraklarda yaşayan bölük-pörçük akrabalarına... Oysa, "Mum Bayramı"nda yaktığın o fabrikasyon mumlar, Harapmişki'nin yoksul dünyasında hakiki balmumumdan çekilen mumlar kadar ışıtmıyordur, seni. "Dünyanın ve yaşamın ışığı" kabul ettiğiniz İsa Mesih'i simgeleyen mumlar gibi, sen de yanarak tükenen bir mum gibi hissediyorsundur, kendini. Çünkü, düşündüğünde canını sıksa da, kuşağının bütün temsilcileri gibi sen de "alışamadan" bu yeni topraklarda yaşayacağını, bu yeni topraklarda öleceğini biliyorsun. Senden sonraki kuşaksa "hoş bir sada" gibi hatırlayacak senin bu onulmaz durumunu. Ondan sonraki kuşaktansa hiç umut yok! Onlar, sanırım Harapmişki'nin adını bile zor anımsayacak. Anımsasalar da, asla senin gibi telaffuz edemeyecekler o adı ve dilleri Almancanın, Felemenkcenin, İsveçcenin ya da bilmemnecenin dünyasına çoktan teslim olmuş olacak... Senin gibi Süryanicenin yanı sıra Türkçe, Arapça ve Kürtçe konuşamayacaklar; Gündükşükro, Ehwo, Harabale, Anhel, Arbo, Kartmin gibi Harapmişki'nin komşu köylerinin adlarını ise, eminim hiç duymamış olacaklar. Harapmişki'de, taşların-kayaların arasına sıkışıp kalmış zayıf toprağa ve susuzluğa inat çiçek açan, meyvaya duran, kimbilir kaç on yılın yorgunu badem ağaçlarını ise hiç bilmeyecekler... Aralarında, şöyle ya da böyle geçmişine sahip çıkmaya çalışanların bazılarının, vicdanlarını suçluluk duygusundan arındırmak amacıyla yıllık tatillerinin bir bölümünü bağışta bulundukları Mor Gabriel ya da Deyrulzafaran'da geçirmeleri ise olası görünüyor. Daha şimdi bile "turistik amaçlı" gez(dir)ilen, adeta "müze"leş(tiril)miş bu bin altı yüz yıllık manastırların o yıllarda da işlevi sanırım bugünkünden farklı olmayacak...
Kırmızı kalemle kocaman bir sayfa numarasıyla başlıyor üç sayfalık mektubun. "1"'in yanında da "Aaalten, 12 Kasım 1992, Perşembe". İlk iki sayfayı elle, son sayfayı "takdilo"yla yazmışsın. Ve ilk paragrafın bir özür paragrafı: "Ben, Türkiye'de ilk okuluna gidebildiğim için yazılı Türkçemde, kelime kullanışımda veya cümle yapısında bazı yanlışlıklar bulunabilir. Onun için şimdiden özür diliyorum". Daktilo ile yazdığın sayfanın sonunda da bir başka özür: "Yazdığım takdiloda lazım olan Türkçe noktalı veya noktasız harfleri olmadığı için, yanlışlıklara dikkat edersiniz." Televizyon yapımcıları ne kadar dikkat etti bilmiyorum ama, ben dikkat ediyorum. Sayfa sonlarına düştüğün "LÜTFEN 2. YAPRAĞI TAKİP EDİNİZ.", "LÜTFEN 3. YAPRAĞI TAKİP EDİNİZ.", ibarelerine de... Ne kadar naziksin... Hata yapmaktan niçin bu kadar ürküyor; kırmamaya ve kırılmamaya bu kadar özen gösteriyorsun... Oysa senin için alışıldık bir şey değil mi, kırılmak. Bunca incinmişlik mi, seni incitmekten korkutan?
Duymanı istemezdim ama, mektubu bana ulaştıran arkadaşım onu çöp kutusunda bulmuş. Bu durum senin için ne kadar üzücüyse, onu çöpe atanlar için de o kadar alışıldık, o kadar sıradan. Her gün onlarca, belki yüzlerce böyle "sıradan" mektup alıyorlar çünkü. Programı dolduracak kadar malzemeyi bu mektupların içinden süzdükten sonra, geriye kalanların pek bir önemi olmuyor. Gereksiz bir kağıt yığınına dönüşüyor, artık bu mektuplar... Genellikle yapımcıların "mektup okumaya ayıracak zamanları" pek olmadığı için, bu iş yardımcılarına bırakılıyor. Dolayısıyla programdan artan mektupların çöp kutusunu boylamasının günahı ve vebali de onlara kalıyor. Sorsanız, mektupları okurken çok sıkıldıklarını söylerler. Kötü bir Türkçeyle yazılmış, okunması zor diye nitelerler programlarına can ve yön veren bu mektupları: "Abi ya, o yetmiş iki mektubu okuyacağıma, yedi yüz sayfalık bir kitap okusam daha iyiydi..." Mektubu yazan, isteğine yer verilir umuduyla programın yapımcılarına ne kadar yağ çekmiş olsa da, bu yağların da çoğu okunmadan çöpe gider.
Mektubunun içine bir mektup açacağı koyduğunu söylüyorsun. Eminim ki, o mektup açacağı mektupla kader ortaklılığı yapmamış, çöpü boylamamıştır. Mektup açacağı yapımcıların eline ulaşılana kadar postada yürütülmemişse, büyük olasılıkla "Eee, şimdi kim el koyacak buna?" tartışmasını da başlatmış ve bu tartışma mektubun içeriğinin önüne geçmiştir.
Mektubun ve sen, ne kadar da benziyorsunuz birbirinize... Doğduğun topraklardan uzakta unutulmuşken, buruşturulmuş, çöpe atılmış mektubunla bir tür kader ortaklığı yaşadığını görüyorum. Acı ama böyle... Mektubu yazdığında günlerden on ikiymiş, aylardan Kasım, yıllardan 1992. Ve perşembeymiş günlerden... Bugün de perşembe, ama senin mektubu yazdığın perşembeden 446 hafta sonraki perşembe. Yani anlayacağın tam 3122 gün gecikmeyle bu satırları yazıyorum. Unutulmuşluğun yetmezmiş gibi, mektubunu unutmuşluğumdan utanıyorum. Sadece utanıyorum...
Oysa mektubunda ne kadar da umutlusun... İsteğinin yerine getirileceğinden, Anadolu'dan esip gelen "hasret rüzgarı" nağmelerini senin için televizyonda çalacaklarından... Umarım, adlarını tek tek sayıp, akrabaların için, hemşehrilerin için ve senin için o parçalardan birini çalmışlardır... Çaldılarsa da, çalmadılarsa da sana söz veriyorum; bu yazıyı tamamladıktan sonra Orhan Gencebay'ın "Hasret Rüzgarı"nı bulup dinleyeceğim. Dinlerken de; Güneydoğu Anadolu'daki Süryanileri işleyen "Işık Sesini Arıyor" belgesel filmini çekerken Midyat'ta, Mor Barsawmo Kilisesi'nin yakınlarındaki evinde tanıştığım, taş kemerli evinin avlusunda, yaşıyla karşılaştırılmayacak çeviklikte oradan oraya koşuşturan, ikide bir boynundaki istavrozlu kolyeyi öperken gözleri mavi mavi gülen ve tek kelime Türkçe bilmediği halde, sözler yerine gözlerle anlaştığım yaşlı teyzeden aldığım ev şarabından iki kadeh yuvarlayacağım, senin niyetine. Söz...