Henüz Çınar beldeyken (1959-1960) belki de köyken, taşla yaralandığımı, hıncımı alamayıp dayımı Mardin’e mecbur ettiğimi hatırlıyorum.
Öğretmen Okulu’muzun şehir stajlarından sonra bir buçuk aylık köy stajları başlamıştı. Askerî cemselerle (araçlarla) Bağpınar (Zozınç) Köyü’ne yedi kişilik grubumuzla yerleşmiştik. Zozınç, Çınar’dan sonra gördüğüm ikinci köydü.
İlk atamam İdil’in , Öğündük (
Midih) köyü İlkokulu’na 31 temmuz 1970’te yapılmıştı. Elektriği, içme suyu ve alt yapısı olmayan bir
Süryani Kadim köyüydü. Bir okulu, bir kilisesi, bir ebe evi ve bir de karakolu vardı.
Süryani Kadimlerle ilk tanışıklığım değildi. Bu inanç ve kültürden olanlarla dünyaya gözümü açtığımdan beri Mardin’de kiracıları ya da komşularıydık
bu güzel insanların.
Bu güzel insanlar , inançlarını abartmadan etraflarındaki diğer güzel insanlarla barış içinde yaşarlardı. Hâlâ bu insanca iletişimde, değerinden bir şey kaybetmeden sevinçlerini ve üzüntülerini paylaşırlar. Gerçekten severler; gerçekten sevildiklerine inanırlar.
Mardin’de Şakir Amca’nın hasta oğlu Zemen’in başarılı geçen organ nakli operasyonundan sonra kırk sekiz saat gibi bir süre yaşaması, yoğun bakımda şuuru yerindeyken gelen ölüm haberi herkes duymuş herkes üzülmüştü.
Cenazenin hastaneden getirilmesiyle yükselen çığlıklara kimse dayanamazdı. Başsağlığı (taziye) başlar başlamaz dualar, cüzler , zaman zaman da ölümün öncesi ve sonrasında neler olup-bittiğini anlatan hutbeler yapılırdı gelen imamlar tarafından.
İşte o sırada Kur’andan ayet okunuyordu. Kapıdan içeriye “Mor Şumuni Kilisesi” keşişi ve kırk-elli kadar Süryani komşumuzun taziye için girdiğini, daha oturmadan Kur’an okuyanın okumasına ara verdiğini, bu davranışın gelen Süryani kardeşlerimize bir saygının, bir sevginin belirtisi olduğunu anlamıştım.
Keşiş’in nezaketen “Lütfen Kur’an okunmasına devam edilsin” demesini, bu farklı inançtan, farklı kültürden insanların sevilip sayıldıklarına tanık oldum, çok duygulandım. Bu insanlar Şakir Amca’yı (Ammo Şakir’i) bizden daha çok anlatıp gurur duydular.
Mor Şumuni Kilisesi, bir eşiğin bir başka deyişle bir yükseltinin tepesinde. Yeniyol’dan bütün ihtişamıyla görülüyordu. Araçla kiliseye dik çıkan asfaltlı yolun bitiminde ulaşmış sayılırsınız. Kuzeye bakan kapısından içeri girebilirsiniz. Çünkü, bu insanların on yıllar öncesinden beri Mardin’de açık bir toplum, eğitimli ve meslek sahibi insanlar olduğunu çok yakından biliyorum.
Kilisenin az ışık gören “L” harfi şeklinde oldukça serin bir Nehüz (cenin ya da ölen bebeklerin geçici bir süre için sargılar içinde konuldukları yer)’ü vardı. “Bebekler, mezarlarına taşınmadan annelerine yakın olmasını, ölüp ölmediğinden emin olmayı düşündüklerinden dolayı Nehüz’e yerleştirildiklerini” anlatırlardı rahmetli annem. Bunlarla kalmaz “Bu sarılı-sargılı bebeklerin üzerinden geçen kadınların bebek doğuracaklarına” inanılırdı. Perşembe günleri ikindi zamanı kiliseye ve Nehüz’e girerek dileklerini eyleme dönüştürürlerdi veya bir mucizenin olmasını beklerlerdi.
Mucize beklemeye gerek olmayan bir çok şey de yaşanmıyor değildi. Akşama doğru Şumuni Kilisesi’nin çanı duyulunca , akşama yemek yapmayı unutan sevgili anneciğimin söylediği bir şey vardı :
- “Dak-ıl Nakus, tadbığ bılgır” (Çan çaldı, bulgur pişireceğim) derdi yürekleri sevgi dolu anneler, annelerimiz, vazgeçemeyeceğimiz bütün insanlarımız....
Yazar: Abdulvahap Omuzlar, Güncelleme Tarihi: 12 Kasım 2009
* Mor İşmuni’nin dünyanın dört bir tarafına yayılmış çocuklarının yeniden bir araya gelme arzusuna bir örnek