1980‘lerin ikinci yarısı; güneydoğuda gerilimin bugünlerdeki gibi yüksek olduğu dönemler. Diyarbakır’da kaygılı ortamı hissetsek de yine de büyüklerin dünyasından ziyade kendi çocuk dünyamızda yaşıyoruz.
Sokak aralarında kısa demir tellerin iki ucunu kıvırarak sıkıştırdığımız mantarları uzağa fırlatarak patlatmayı, çatapatları ateşlemeyi seviyoruz. O tarihlerde tek kanallı televizyon döneminde yayınlanan, sunucunun sesi ve fon müziği ile bizim neslin zihninin derinliklerine nüfuz etmiş ‘
Perde Arkası’ programı yayındaydı. Çatışmada ölü ele geçirilenlerin yanyana dizili görüntüleri, mühimmatların sergileniş şekli, ölü sayıcılığı ile güneydoğuyu sadece dağlardan ve terörden ibaret sayan bir akışı vardı. Geriye döndüğümde ölü bedenlerle yüzleşip o programdan sonra kabus görerek uyandığım geceler aklıma gelir. Korku, zamanla sokaklara sinerken bir ara evimizin yakınındaki MİT binasına götürülenlerin çıkamadığı söylentileri yayılmıştı. O taraftan vampirlerin geldiği bağrışmaları ile koca caddede bütün mahalle çocuklarıyla topluca kaçışmalarımız dün gibi hatırımda. Havanın kararmasına yakın, erkenden evimize çekilirken sokaklar da ıssızlığa gömülürdü .
Pazar sabahları, Urfakapı Ali Paşa Mahallesi'ndeki küçelerden geçerek ulaştığımız Meryem Ana Kilisesi’nin geniş serin avlusunda ayin ertesinde çocuklarla hep beraber şakalaşıp koştururduk. Zamanla Diyarbakır'dan göç eden çevremiz ve çocukları ile vedalaşmalarımızın sıklığı da artmaya başlamıştı. Beraber vakit geçirdigimiz arkadaşlarımızın ayrılırkenki ‘’ Biz de gidiyoruz ‘’ hüznünde kalakalırdık.
O sıralar bazı yaz tatili dönemlerinde İstanbul'a Heybeliada'da akrabalarımızın yazlığına gidiyoruz. Gündüz denizin keyfi, gece geç saatlere kadar kalışlar... Adaçayının meltem esintisinde hafızama yer eden nefis kokusu. Farklı etnik kökenden arkadaşlarla tanışıp hoşça vakit geçirmeler. Bambaşka iki dünya arasında hissediyordum kendimi.
Aynı yazın hemen başında Beyrut'a gideceğimizi öğreniyorum. Dokuz kardeşli, göç yorgunu bir ailesi olan babamın kardeşi evlenecek. Heyecan yüksek, zira Mardin'den, önce Beyrut'a göçmüş ve iç savaştan sonra da pek çok ülkeye dağılmış baba tarafımı ilk defa göreceğim. Büyücek oyuncak gibi duran pırpırlı küçük uçakla yüreğim ağzımda uçuyoruz. Kente vardığımızda ilk şaşırdığım, peynir gibi delik deşik binalar. Çatışmalardan, iş savaştan harap düşmüş bir şehir . Meğer 1975'ten beri müslüman - hristiyan kavgasıyla yaşanan bir felaket düşük yoğunlukta devam etmekteymiş. Öte yandan da hayat devam ediyor onlar için. Babaannemin evine varıyoruz. Pek çoğunda oldugu gibi apartman girişlerinde korunmak için üstüste istiflenmiş kum torbaları...Düğün için gelmişiz sözde ama sanki köşeden elinde silahla biri çıkıp ateş edecekmiş gibi bakınıyorum. Eve geçtigimizde hasret gidermeler, sarılmalar, mutluluk gözyaşları. Babama çok benzeyen amcamın beni severken ona tuhaf tuhaf bakışım ve arapça konuşmaları çat pat anlama çabalarım. Damperli kamyonun üzerindeki yükü boşaltırmış gibi birbiri ardına dökülen birikmiş sohbetler, kahkahalar, iç çekişler.
Konu savaşa gelince, buradakiler başlarına gelenleri anlatırken, sanki gerçekleri değil de filmden bir sahne izliyorum. Diyarbakır, Heybeliada derken geldiğim Beyrut’da geceleyin yatağımda dört dönüyorum. Yaşadıklarımı düşünürken, arka arkaya patlayan silah sesleri ile irkiliyorum. Korkuyorum, ve o serin gecede yer yatağımda, kafamı yorganın altına sımsıkı sokuyorum. Sokakta oynadığımız çatapat sesine benzetip sakinleşmek isterken kabus gibi o çatapatlar büyüdükçe büyüyor. Bünyemi sarsan karmakarışık duygularla annemin yatağında sabahı zor ediyorum. Ertesi günkü düğünün ardından Diyarbakır’a geri dönüyoruz.
1987 yazında yaşadığımız ortamın kaosuna dayanamayıp biz 'de' kentimizle vedalaşıyoruz.
Yurdunu gönülsüz terk etmenin sancısını, çevremizde yaşananları, mültecilerin dramlarını gördükçe daha da iyi anlıyor insan. Lübnan'daki gibi iç savaşın şimdi Suriye'de yaşandığını görmek, sokak içlerindeki patlama ve sınırlara doğru can havliyle kaçışmalara şahit oluyoruz. Bizde de güneydoğu'da susmayan silahlardan korunmak için yurtlarından kaçanların, ölümlerin hikayeleriyle yüzleşmek yüreğimizi eziyor.
İşte böyle zamanlarda, çatışmalarda ne vakit arada kalanları ve özellikle çocukları düşündüğümde aklıma hep o Beyrut'taki kafamı sımsıkı içine gömdüğüm yorgan gelir. Sonra da merhum Orhan Doğan'ın kızının Cizre'de, silah seslerinin sokak duvarlarında patladığı yıllarda, korku dolu gözlerlerle sorduğu o soru gelir ...
' Baba, yorgandan da kurşun geçer mi ? '
Hiç kimsenin ağacından ayrı düşürülmediği , korkuya mahkûm edilmediği bir dünya dileğiyle...
Özcan Geçer, twitter.com/ozcangecer, Güncelleme Tarihi: 5 Eylül 2012