Annem...
Sen, dedemin “Uğurlu kızım” dediği çocuktun. 1945’te, büyük savaşın sonuna doğru doğdun; dünyaya umutla geldin.
İlkokulu birincilikle bitirdin. Pekiyi’lerle dolu karnelerin ve diploman vardı. Okul müdürü, dedeme “Bu kız okumalı!” diye yalvardı. Ama o günlerin Midyat’ında, bir Süryani kızının Mardin’e, o yolları aşıp Ortaokul’u okuması, korkular nedeniyle engellendi.
Ama sen yılmadın. Kitaplarla, gazetelerle kendini eğittin. Evimize her gün üç gazete girerdi: Hürriyet, Milliyet, Günaydın… Haftasonları da Kelebek ve Haftasonu ekleriyle beş olurdu. Hepsini baştan sona okurdun. Ben seni her sabah o gazetelere gömülmüş görünce, hayran olurdum. Daha küçük yaştayken Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Steinbeck’i seninle okudum. Birlikte büyüdük kelimelerin içinde.
Sen, benim ilk profesörüm, ilk hocamdın.
Daha çocukken, seni ciddiyetle gazetedeki Bulmaca’yı çözerken izlediğimde, “Annem bir gün profesör olacak” diye geçirirdim içimden. İki kardeşimin de matematik ödevleri sözkonusu olduğunda; Onlar için ‘Başöğretmen’ hep sendin.
Benim için okuma alışkanlığımın, bilinmeyene duyduğum merakın, kelimelerle kurduğum bağın ve kitaplara olan sevgimin tohumu sendin. Sen, kelimelerin büyüsünü bana ilk öğreten, kitapların kapısını aralayan kişiydin.
İlk iki yavrunu hastalık ve çaresizlik aldı elinden.
Ama sonra bize, hayattaki üç çocuğuna, kartal gibi kanatlarını açtın. Gücünü, vakarını, terbiyeni ve sevgini üzerimize örttün.
Biz çocukken, “Uslu olun, ikramı kibarca reddedin, her ortamda saygılı durun” diye tembihledin. Bize hayatta sadece duruş değil, insanlara saygılı olmayı sen öğrettin.
Çünkü karşımızdaki aynamız sendin.
Türkan Şoray Elazığ’a geldiğinde, o filmdeki Türkan Sultan gibi zariftin, gururluydun. Sana “Türkan Sultan” dedim hep o günden beri. Ama seni tanıyanlar sana güçlü kişiliğinden dolayı, başka bir ad takmıştı: “Jandarma.” Çünkü kimseye laf söyletmezdin. Kimseye boyun eğmezdin. Dimdik durur ve gerektiğinde, haklı olduğunu bildiğinde erkeklerle kavgaya girmekten çekinmezdin.
Ben kadınlara duyduğum saygının hamurunu senden yoğurdum.
Çünkü ben bir kadının gölgesinde değil, ışığında büyüdüm.
Yetmişli yılların ikinci yarısında, gecenin en derin, en sessiz saatlerinde — sabaha karşı karanlıkla eve döndüğümde — seni hep aynı yerde bulurdum: pencerenin kenarında, gecenin soğuğunu umursamadan, gözlerinde titrek bir ışıkla, beni beklerken. O bakışlarında korkunun ve bir annenin yüreğinde büyüttüğü binbir duanın izini görürdüm. Söylediğin her söz, bir yürek sızısından doğan dualı tembihlerdi; anlar, bilirdim. Ama içimde de başka bir yangın vardı: bir söz vermiştim, uğruna dövüştüğüm bir hayal, bir hakikat inancı vardı. Senin yüreğinle benim öfkem arasında, geceler boyu süren sessiz bir çatışma yaşanırdı; biri beni korumak isterdi, diğeri beni göndermek… hayale doğru, kavgaya doğru.
1980’de kardeşim misafir öğrenci olarak İsveç’e gitmişti. 12 Eylül darbesinden sonra ben de, 1981’in son günü, siyasal nedenlerle yurtdışına çıkmak zorunda kaldım. Aile dağılmıştı. Sen buna dayanamadın. Her gece oturur sevdiğin Müzeyyen Senar’dan bir şarkıyı dinler gözyaşlarını sele dönüştürürdün. “Üç ülkeye bölünmüş bir aile, aile değildir. Toparlamam lazım ailemi!” dedin ve İsveç’e gitmeyi işte o zaman kabul ettin. Bizi bir araya getirmek için geldin.
Benim de İsveç’e gelmem için sen ısrar ettin. Senin hatırına, senin o aydınlık yüzünü kırmamak için geldim buraya.
Çünkü sen yalnızca annem değildin; sen aynı zamanda bir yön gösterendin.
Geçen yıl ocakta, Alzheimer ve yıllar önce geçirdiğin beyin kanamasının izleri birleşip seni bizden yavaş yavaş almaya başladığında bile, sen hâlâ yaşamaya tutkuyla bağlıydın.
Torunlarının düğününü gördün, onların çocuklarını da kokladın, öptün, bağrına bastın. Şimdi herkese tek tek vedanı ediyorsun...
Ve şimdi ben buradayım…
Elimde senin yıllarca okuduğun gazete köşeleri,
Kulağımda hâlâ usulca söylediğin şarkıların,
Gözümde ışık saçan yüzün, dimdik duruşun,
Ve içimde… içimde bir boşluk, adını koyamadığım bir sızı…
Ve vücudumun bütün kemikleri tek tek kırılırcasına her yanım ağrıyor..
Bir yandan seni bırakmak istemiyorum anne...
Ama bir yandan da biliyorum, babam orada seni bekliyor.
Ellerin ellerine değecek yeniden, gözlerin gözlerine kavuşacak.
34 yıl ayrı kaldınız. Fakat bu defa ayrılık yok.
Bu defa sonsuz bir vuslat var…
Ve ben, yutkunarak, gözyaşlarımla gülümsüyorum sana...
Güle güle annem...
Türkan Sultan’ım…
Yolun ışık olsun.
Babamın yanına, en çok sevdiğinin yanına, sevgiyle, huzurla git...
Yazar: Feyyaz Kerimo ( Yazarın Facebook duvarından izni alınarak yayaınlanmıştır)
Güncelleme Tarihi: 22 Mayıs 2025