Midyat’ta düzenlenen dinler arası diyalog konferansı çerçevesinde Sayın Orhan Miroğlu'nun yapmış olduğu konuşmanın metnini, kendisinden aldığımız özel izinle ilk defa bu platformda siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz. Miroğlu'na teşekkürlerimizi iletir , toplumsal barış için diyaloğa açık yarınlar dileriz.
"İki gündür yurt dışından gelen değerli misafirlerle beraber, Turabdin’de yani Mardin ve Midyat’ta beraberiz. İki gün boyunca, bir uygarlıktan geriye kalan büyük bir tarihsel mirasın kalıntıları arasında dolaşıp duruyoruz.
Bir zamanlar burada yaşayan insanların yarattığı değerli mirasın parçalarını, sayısız yıkımdan, istilalardan korunarak her nasılsa bugünlere kalan manastırları, kiliseleri gördük. Deyrulzafaran, Mor Gabriel, Mor Loozor ve diğerleri..
Bu sözünü ettiğim değerli mirasa karşı takınılan tutumun bir hayli değişmiş olduğunu görmek beni çok mutlu etti. Ama Hapsınas’taki yerleşim alanında gördüğüm Mor Loozor’daki manzaranın da beni fazlasıyla üzdüğünü söylemek isterim.
Bu kadar kıymetli bir tarihi mirasın, her ne sebeple olursa olsun yağmalanmış olması, adeta kaderine terkedilmiş olması, geçmişte izlenen tutumun da karakteri hakkında bilgi veriyor. Manastıra giden yolu devletin ihale açarak sattığını ve burada yasal olmayan yöntemlerle define arandığını gazetemdeki köşeme yazdığımda, okurlarım bu yazılanların doğru olabileceğine inanmak istememişlerdi.
Oysa gerçek buydu ve dün Mor Loozor’da define peşinde olan birtakım sorumsuz insanların gizlice yaptığı yeni kazıları gördüm. Bu yeni kazılar manastırın avlusunda yer alan inziva kulesinin ta altına kadar uzanmış bulunuyor.
Müdahale edilmez ve bir korunma sağlanamazsa, yakında bu kuleyi kaybedebiliriz. Dinler ve medeniyetler arasında diyalog, kanaatimce sayısız uygarlığın geride kalan mirasına duyulan saygıyla ölçülür.
Eğer bu saygı yoksa diyalogtan bahsedemeyiz. Bu saygının gösterilmediğini Mor Gabriel hakkında açılan davalarda da gördük.Yerel mahkemelerin Mor Gabriel için verdiği olumlu ve vicdani kararlar maalesef Yargıtay’da çok açık bir ihlal kararıyla sonuçlandı.
Yargıtay bir kez daha hukuksuzluğun altına imza attı ve neredeyse iki bin yıllık insani ve medeni sahipliğe dayanan bir mülkiyet hakkını ortadan yok etti. Yargıtay’ın verdiği karara göre Mor Gabriel’in toprakları hazine malı sayılacaktır. Uluslar arası hukuka ve sözünü ettiğimiz diyalog sürecine bir darbe olmuştur bu karar. Hükümetin uzun zamandır geliştirmeye ve iyileştirmeye çalıştığı azınlıklar politikasına karşı alınmış bir karar bu.
Ve doğrusunu isterseniz, bu karar bir bakıma geçmişte bir şey olmamış gibi davranamayacağımızı ve geçmişle yüzleşmeden dinler, medeniyetler arasında kalıcı köprülerin atılamayacağını da göstermesi bakımından önemlidir.Değerli dostlar, Bu topraklar, ölümsüzlüğün peşindeki Gılgamış’ın, ona ve halkına ait destanın yaratıldığı topraklardır. Dünyanın ilk kitabının tabletlere yazıldığı topraklar..
Binlerce yıldan beri sayısız medeniyetlere, uygarlıklara bir ana gibi kucağını açmış topraklar.Turabdin bölgesi, bu toprakların çok kıymetli bir parçasına sahiptir ve doğrusu insanların bir zamanlar acımasızca yok edildiği ve kalanların da yılarca aşağılandığı bir bölgedir.
Değerli Ayşe Kadıoğlu, etnik ve dini ayrımcılığı, acımasız kıyımları eleştirdiği bir konuşmasında, geçmişi hatırlayarak, ‘Bıçak gibi bilenirken, aslında ne kadar köreldiğimizin farkına varamadık’ demişti. Evet çok doğru, tarihin tecrübesi gösteriyor ki, bir zamanlar burada yaşayan farklı kültürlerden ve farklı inançlardan insanlara karşı, bir takım insanlar bıçak gibi bilenmişlerdi.
Ama farklı kültürlerden gelen insanlara karşı kötülük yapmak için bıçak gibi bilenenler aslında kendilerini yoksullaştırdılar, insani olan her şeyden kendilerini mahrum ettiler..Çok gerilere gitmeden söylemek gerekirse 1915’ten sonra burada yaşanan olaylara, insanların hesapsız ve sıradan kötülüklerle yok edildiği kanlı geçmişe baktığımızda, şunu görüyoruz: Bu toprakların kadim halkı Süryanilerin Turabdin bölgesinden yok olup gitmeleri, binlerce yıl içinde meydana gelmiş çok güçlü bir uygarlıkların, uygun siyasi koşullar yaratılarak her zaman yok edilebileceğini göstermesi bakımından çok trajik bir deneyimdir.
Süryanilere ve Ermenilere yapılanların verilen emri yerine getirmeye hazır binlerce insanın varlığı sayesinde mümkün olduğunu biliyoruz.Ve geçmişte hiçbir şey olmamış gibi davranamayız. Mor Loozor ve benzeri yerlere karşı gösterilen yıkıcılıktan, bir zamanlar burada yaşayan insanların da payına fazlasıyla acı ve yas düştüğünü bilmek zorundayız. Bu acıyı ve yası Süryani halkıyla paylaşmaya hazır olduğumuzu göstermek zorundayız.
Diyalog için geçmişin hesabını görmek zorundayız. Diyalog için, bir arada yaşama inancımızı güçlendirmek zorundayız. Diyalog için yüzümüzü mağdurlara dönüp, geçmişte olanlardan dolayı çok üzgün olduğumuzu söylemek zorundayız
Diyalog bir kültürü tanımak ve bir kültürü keşfetmekle başlar. İnsanoğlu bilmediği, tanımadığı kültürlerden korkar, onlara ihtiyatla yaklaşır. Uygun siyasi ve tarihsel koşullarda bu korkuların ve şüpheli ihtiyatın, halklar arasında nasıl da acımasız kıyımlara ve yok edici düşmanlığa dönüştüğünü biliyoruz.Bu düşmanlıkları yok etmek ve bir daha yaşamak zorunda kalmamak için geçmişi hatırlamaya ve kaybettiğimiz insanların hatırasını unutmamaya ihtiyacımız var.
Bellek bir insanın olduğu gibi, bir toplumun da her şeyidir. Bellek yoksa, hayat da yoktur. Diyalogu, toleransı, sorunlarımızı çözmek için müzakere etmeyi konuşuyoruz ve bu hakikaten bizim tarihimizde eşine pek rastlanan bir durum da değil. Ama kalıcı bir diyalog ve müzakere süreci için geçmişle yüzleşmek zorundayız.
Bu bakımdan etnik aidiyetimiz, siyasi ve dini inancımız ne olursa olsun, yeni bir bellek inşasına ihtiyacımız var. İçi boş diyalog çağrılarının bize çok da faydası yok. Ben diyalog da demeyeceğim izninizle, ihtiyaç duyduğumuz şeyin muhabbet olduğunu söyleyeceğim.
Binlerce yılın bize bıraktığı tarihsel mirasımızla besleyip sulayacağımız bir muhabbet..Peki bu muhabbet ve dostluk için Süryani halkına vaat edilen nedir, bunu bilmek zorundayız.Süryani halkın Turabdin’de yarattığı uygarlığın mirasına karşı göstereceğimiz tutum elbette çok önemlidir. Ama bir o kadar önemli olan şey de, Süryanilerin yasaklanmış veya yok sayılmış haklarını tanımaktır.
Siyasi, kültürel ve dini inançlardan kaynaklanan haklardan söz ediyorum. Lozan gibi önemli bir siyasi sözleşmeye rağmen, Süryaniler yüz yıla yakın bir zamandır bu haklarını hiçbir şekilde kullanamadılar.
Yüzyıl boyunca, unutulan ve yok sayılan bir halk oldu Süryaniler.
Oysa bu kadim halk yarattığı uygarlıkla unutulmayı değil, anılmayı ve hatırlanmayı hak eden bir halktır.
Türkiye’nin azınlıklar politikasının giderek iyileşmekte olduğunu görmek elbette memnuniyet vericidir. Ama bu iyileşmeye direnen milliyetçi, ırkçı fikirlerle mücadele edilmesi hala önemli bir demokrasi görevidir.
Ahtamar adasındaki kilisenin ibadete açılmasından sonra, Ani harabelerinde milliyetçi hezeyanlarla bir araya gelenlerin ortaya koyduğu niyet, diyalog sürecinin hangi türden tehlikelerle karşı karşıya olduğunu da gösteriyor.
Bu niyetin ve amacın yarattığı acımasızlıklarla dolu bir hafızaya sahip olduğumuzu unutmamalıyız.
1915’te Midyat ve Aynwerdo’da olanları unutmamalıyız. Midyat’ta, Hakkari’de, Şırnak’ta, 1987 ve 1998 yılları arasında Süryanilere karşı işlenen ve kırk beş kişinin hayatını kaybettiği cinayeti unutmamalıyız.
Midyatlı bir Süryani olan ve belki de bu salonda bulunan bir çok insanı tedavi etmiş ama sonra da acımasızca öldürülmüş Doktor Edward Tanrıverdi’yi unutmamalıyız.
Ben unutmuyorum ve beni sayısız defa muayene etmiş, tedavi etmiş Doktor Edward’ı rahmetle anıyorum. Seyfo günlerinde hayatını kaybeden binlerce Midyatlıyı rahmet ve saygıyla anıyorum.
Daha fazla Süryani ölmesin diye Aynwerdo’da kuşatılan Süryanilerin buradan kurtarılması için hayatını ortaya koyan Şeyh Fethullah’a çok şey borçlu olduğumuzu hatırlatmak istiyorum.
Son olarak, Şeyh Fethullah’ın bize gösterdiği yolda yürümekte olduğumuzu görmekten büyük bir mutluluk duyduğumu söylemek istiyorum."
Yazar: Orhan Miroğlu , Güncelleme Tarihi: 21.10.2010