An itibariyle ölüm orucu tutuyor, ölümle hayat arasında gidip geliyor, mütemadiyen birini diğerine kurban ediyoruz. Başlıktaki feryat Mardin Derik’te 1915 Hıristiyan kırımından sağ kurtulan ama öldü sanılan bir kadının. Akrabalarını aramak üzere yazdığı mektup
Hrant Dink Vakfı’nın geçen hafta sonu Mardin’de düzenlediği tarih çalıştayında sunulan bir tebliğden. Hayatta kaldığına neredeyse hayret eden bir insanın kelamı. Tıpkı Nazi toplama kamplarından kurtulanların hayreti gibi.
Başlarına gelen felâket katmerli. Kürt aşiretlerin 19. yüzyıl ortasından itibaren daha kuzeyden bölgeye girmeleri ve yerleşmeleri ile başlayan bir erime süreci. Bu müdahaleyi Osmanlı’nın çöküş dönemi keşmekeşi ve ardından uluslaşma çabasıyla birlikte okuyunca bölgenin Hıristiyan unsurunun kat’iyen baş edemeyeceği bir koalisyon çıkıyor karşımıza.
Bedirhan Bey ile başlayan Kuzey Mezopotamya yani Dicle ile Fırat arasında kalan medeniyet beşiği kadim ve bereketli toprakları ele geçirme harekâtları Bab-ı Ali’nin sessiz onayıyla sürüp gidiyor. Bölgenin Hıristiyan sakinleri İttihat Terakki hükümetlerinin maksatlı gayrimüslim karşıtı politikalarından çok önce ötekileştiriliyor, üvey muamelesi görmeye başlıyorlar.
Mülk daha o zamanlar el değiştirmeye başlıyor. Bölge Hıristiyan nüfusunun %60’nın itlâf edildiği kıyamet boyutlarındaki 1915 soykırımları bu süreçlerin tepe noktası. Yeni ulus tarifinde Hıristiyanlara manen ve maddeten yer yok. Bu, yaygın iddianın aksine cumhuriyet sonrasında da sürüyor. Yeni rejimin kanla bastırılan ilk isyanı 1924 Hakkâri Nasturi isyanı. Bugün Hakkâri’de artık Nasturî yok! Keza Süryani Patriklik makamının 1932’de Atatürk döneminde Humus’a taşınmak zorunda kalması.
“Biz hoşgörü değil, tahammül kentiyiz”
Bu karanlık geçmişe rağmen Mardin de Antakya ve İstanbul gibi devletin dışarıya dönük imaj promosyonundan nasibini almış bir kent. Ne tarih ne de gündelik hayatla ilişkisi olan, adına “farklı din, dil ve kültürlerin birlikte yaşama sanatı” denen iliğine kadar sömürülmüş masal.
İşte Mardin toplantısında tam da bu masalın arka planını dinledik. Ulusdevlet inşası öncesindeki düzen ve ahengin neden bozulduğunu, bozulma sonucunda ne felâketler yaşandığını ve hâlâ nelerin yaşanmakta olduğunu öğrendik.
Ahenge mükemmel bir örnek: Türkiye’nin ayakta kalmaya çalışan tek Ortaçağ kenti Mardin’in kentsel dokusu. Tektanrılı, çoktanrılı din mensuplarının yaşadıkları mahalleler arasında duvar yok. İbadet yerleri daima eski ibadet yerlerinin üzerine inşa ediliyor, medeniyet merkezi olan her yerde olduğu gibi. İbadethaneleri ayırt etmek ancak çan kulesi ve şerefe ile mümkün. Batılı bir tarz olan Sinan minaresi yok. Bu mimarî ahenk, iktisaden çökmüş bölgedeki çarpık yapılaşma ve son on yılda bütün Anadolu’ya dayatılan “İstanbul işi” ucube camilerin gölgesi altında yaşamaya çalışıyor.
Çeşitlilik doğal olarak bugünkü resmî söylemde de yok. Ne sokak isimleri, ne mimarî miras, ne uyduruk kent tarihi anlatabiliyor zenginliği. Hıristiyanlığın kamusal görünürlüğü kilise ve manastır kapılarına asılı tabelalarla sınırlı. Mardin merkezinin Ermeni mirasına dair hiçbir bilgi yok. Araplık görünür değil. Dayatılan kimlik Artuklu üzerinden Türklük. Tarihi bugünün ulusdevlet kavramıyla anlamaya çabalayınca bir hükümranlığa tekabül eden Artuklu, tarihdışı “millî” bir karakter kazanıyor.
Tur Abdin bölgesi işte bu dar alanda var olmaya çalışıyor bugün. İmaj promosyonunda olumlu farzedildiği için tepe tepe kullanılan hoşgörü o dar alanın diğer adı. “Varlığını bütün olumsuzluğuna rağmen hoşgörüyoruz” demek. Ya da yukarıda alıntıladığım ifadede olduğu gibi “size tahammül ediyoruz”! Oysa mesele hoşgörü değil, hukuk. Sabro yani Umut gazetesinin manşetlerine bakmak vahameti idrak etmek için yeterli: Topraksızlaştırılıyoruz; Biz de varız; Tanımlanmak istiyoruz!
Bu çeşit toplantılar daha birkaç yıl öncesine kadar ne bu temalar etrafında ve ne de olay mahallinde yapılırdı. İlk toplantı geçen yıl Diyarbekir’de yapıldı. Yakası açılmamış tabu konuları sükûnetle konuşunca yer yerinden oynamıyor, ülkenin bölünmez bütünlüğüne halel gelmiyormuş demek. Akademi de inşallah bu yola girer ve işini yapmaya başlar. Zira tarihi öğrenmek için daha yol uzun. Yüzleşmek ve vatandaşlık temelinde birlikte yaşayabilmek ise öğrenmekten geçiyor. Süryani uzmanı İngiliz hoca David Gaunt toplantı sonunda tebliğlerden bir düzine doktora ve araştırma konusu çıkar derken bunu kastediyordu. Genç araştırmacıların dikkatine.
(* Cengiz Aktar'ın 06.11.2012 tarihinde Taraf gazetesinde yayımlanan yazısı)
Kaynak: Taraf Gazetesi , Fotoğraf: http://worldwithoutgenocide.org
Güncelleme Tarihi: 7 Kasım 2012