Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun Mor Gabriel manastırı aleyhinde, davaya konu olan arazilerin hazineye devredilmesine dönük verdiği son karar (13.06.2012), Türkiye ’de azınlık politikalarının ‘
demokratikleşme’ adı verilen süreçte ne denli değiştiğini göstermesi bakımından önemli bir örnek. Azınlık sorunlarının en hassas boyutlarından birini, azınlık vakıflarının devlet veya üçüncü şahıslar tarafından gasp edilmiş ve edilmekte olan mal-mülk ve arazileri oluşturuyor. Vakıflar yasası son 10 yıllık zaman diliminde AB reformları çerçevesinde birçok kez revize edilmesine rağmen, azınlık vakıflarının sorunları halen köklü ve kalıcı bir çözüme kavuşmadı.
Yargıtay, yerel mahkemenin manastır lehindeki kararına rağmen, yaklaşık 15 asırlık tarihi olan bir manastırı kendi arazilerinde ‘işgalci’ ilan ederek, büyük bir hukuk skandalına daha imza attı. Aynı kurum, azınlık vakıfları aleyhinde verdiği 1974 tarihli içtihat kararı ile de Türkiye ’de azınlık vakıflarının sorunlarının katmerleşmesinde önemli bir rol oynamıştı. Türk yargısının ezilmiş ve haksızlığa uğramış insanların ve azınlık gruplarının haklı talepleri karşısında güçlüyü ve devleti koruyan tavrı, yeni değil. Burada esas önemli olan konunun siyasal boyutu.
Tehdit unsuru Bu davadaki en paradoksal durum, bu davanın Türkiye ’de ‘birçok şeyin değiştiği, artık eskisi gibi olunmadığı’ hegemonik algısının bilinçlere yerleştirilmeye çalışıldığı bir süreçte başlayıp manastır aleyhine sonuçlanması. Gayrimüslim bir azınlık olmalarına ve uluslararası sözleşmelerden ileri gelen kazanılmış hakları bulunmasına rağmen, Süryaniler cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir hukuksal statüye sahip olmadı. İnkar ve asimilasyon politikaları ile kaybolmaya terk edilmiş bir kültürel kimlik olarak onlarca yıl dışlanan ve statüsüzlükleri kurumsallaştırılan Süryaniler, Türkiye ’de AB sürecinin başlamasıyla birlikte hatırlanmaya, egzotik bir kültür olarak yeniden keşfeldilmeye başlandı. Bu yeniden keşif olgusu çerçevesinde Süryaniler bir yandan bir ‘turizm objesine’ çevrilirken, diğer yandan devletin ‘ne denli’ toleranslı olduğunun emsali olarak sunuldu.
Mor Gabriel manastırına yargısal süreç adı altında çektirilen zorlukları, Süryanilerin son dönemlerde karşılaştığı haksız ve ayrımcı uygulamalarla ilişki içerisinde anlamak gerekiyor. Temel kimlik ve statü sorunlarının yanı sıra Süryaniler, son yıllarda sistematik olarak ötekileştirici tanımlamalarla bir ‘tehdit’ unsuru olarak gösterilmeye çalışılıyor. Manastırları çeşitli çevrelerce ‘misyonerlik merkezleri’ olarak gösterilen, Milli Eğitim Bakanlığının onayından geçen ortaokul ders kitaplarında ‘Birinci Dünya savaşının hainleri’ olarak damgalanan Süryaniler, son olarak Milli Gazete yazarı Doğan Bekin tarafından arazi satın alma yoluyla ‘ İsrail tipi’ bir devletleşme yoluna giden ‘gizli’ emelleri olan bir grup olarak ilan edildi. Bu tip açıklamaların ne kadar devletin Süryanilere dönük siyasetini yansıtıp yansıtmadığını anlamak için Türk hükümetinin yaşanan bu sorunlar karşısındaki duruşuna bakmak gerek. Türkiye ’de popülist AK Parti öncülüğünde birçok konuda ‘demokratikleşme’ adımlarının atıldığı, onlarca yıllık askeri vesayetin ortadan kalktığı bir dönemde, azınlıkları ötekileştiren ve onlara kuşkuyla bakan hegemonik yaklaşımın değişmediğini gösteren en önemli kanıtlardan biri, Mor Gabriel manastırına karşı açılmış davalarda hükümet ve Türk yargısının tavrı.
Niyet iyi olsaydı Mor Gabriel davasında yaşanan gelişmeler akla direkt azınlık siyasetine dair diğer bir örnek dava olan Hrant Dink davasını getiriyor. Ne ilginç değil mi, Türk yargısı verdiği kararlarla bir kez daha ‘haksızlığa uğramış olanı’, ‘devletin bilgisi dahilinde katledilmiş olanı’ cezalandırıyor? Türk yargısının bu performansı Türkiye ’de insan hakları mücadelesi vermiş insanlar için hiç de şaşırtıcı değil. İşin en paradoksal tarafı, her iki davada da Türk siyasi tarihinin ‘en demokratikleşiyoruz’ algısını her fırsatta gözümüze sokan hükümetin, ‘bizler yargıya müdahale etmiyoruz’, ‘yargı kendi bağımsız kararlarını vermektedir’ gibi gerekçelerin altına sığınarak yan çizmesi ve sorunu çözmekteki aleni isteksizliği. Mor Gabriel davasını yakından takip eden Profesör Baskın Oran’ın da haklı olarak işaret ettiği gibi, Mor Gabriel davasında devleti temsil eden taraf olarak Hazine, AK Parti hükümetinin kontrolünde olan atanmışlardan oluşuyor. Türk hükümeti eğer iyi niyetli bir yaklaşım göstermek isteseydi, Mor Gabriel manastırının yüzyüze geldiği sorunlar rahatlıkla çözülebilirdi.
Fakat bunca yıldır hem Türkiye , hem de dünyanın dört bir yerinde yaşayan Süryaniler, kendileri açısından Mor Gabriel manastırının ne denli önemli olduğunu dile getirmelerine, yaşanan tarihi bir haksızlığa çeşitli eylemlerle dikkat çekmelerine rağmen, Türk yönetici erklerinin bu sorun karşısında izledikleri tavır ortada derin bir siyasetin olduğunu gösteriyor. Bu davada izlenen tavır ile Süryaniler bir yandan ‘cezalandırılırken’, diğer yandan Süryanilere bir mesaj verilmek isteniyor. İşin cezalandırma kısmının, diasporada son yıllarda giderek kurumsallaşan Süryani soykırımının (Seyfo) tanınmasına dönük çalışmaların Türk yönetici erkleri çevresinde yarattığı hoşnutsuzluk ile ilgisi birçok Süryani aktivisti tarafından dile getirilirken, verilmek istenen mesaj ile Süryanilere güncelleştirilmiş yeni, postmodern bir ‘biat’ kültürü dayatılıyor: “Biz demokratikleşiyoruz, bakın yeni bir anayasayı da yazıyoruz, fakat sizler birer azınlık olarak, yine de haddinizi ve hududunuzu bileceksiniz, soykırım gibi konularla uğraşmayı bırakın!”
İşgalcisin! Yargıtay Genel Kurulu’nun kararında Mor Gabriel manastırı ‘işgalci’ olarak tanımlandı. Ders kitaplarında ‘hain’ ilan edilen bir halkın manastırı da bu hastalıklı mantığa göre işgalci bir ‘misyonerlik merkezi’ olabilirdi. Aynı hastalıklı akıl, sayıları elle sayılabilecek Süryanileri büyük bir tehdit olarak hedef gösterip ‘içimizdeki gizli İsrail ’i kurmanın ve Türklere ait toprakları işgal etmenin hesabını yapan’ aktörler olarak lanse etti. Ne garip değil mi, Yargıtay tıpkı Doğan Bekin gibi düşünüyor.
Tüm bunlar karşısında Başbakan Erdoğan ’ın inkar politikalarının sona erdiği, ötekilere karşı ‘çok toleranslı bir Türkiye’ söyleminin kendi ülke gerçeklerini ne denli yansıttığına dönüp bakmasında yarar var. ‘Değiştim veya değişiyorum’ demek, değişmiş olmak anlamına gelmiyor. Azınlıkların tarihten günümüze gelen sorunları samimi bir şekilde çözülmek isteniyorsa, başta Başbakan olmak üzere, Türk yönetici elitlerinin biraz empati duygularını geliştirmeleri gerek. Kendi ülkesinde, kendi topraklarında ‘işgalci’ edilmenin ne anlama geldiğini anlamaları ve hissetmeleri gerekiyor. Böylesi bir mentalite devrimini başta kendilerinden başlatmaları gerektiğini bilmem hatırlatmama gerek var mı?
* Soner Önder, Amsterdam Üni., Sosyal Bilimler Araştırma Enstitüsü
Güncelleme Tarihi: 28 Haziran 2012