Evleri aranan ilahiyatçılardan hiçbirisinin din sosyolojisini ilgilendiren çalışmaları yokken resmî ideoloji için ‘özel bir din oluşturma’ çabaları herkesçe biliniyor.2005 yılında AB ile ilişkilerin hız kazandığı bir dönemde eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in eşi ve aynı zamanda siyasî partneri Rahşan Ecevit, ülkedeki misyonerlik faaliyetlerinin giderek arttığına dikkat çekerek, “Türkiye’nin başına sarıkları, türbanları doladılar; sırtına cübbeleri, çarşafları giydirdiler. Onu çağdışı İslam ülkeleri arasına atmak istediler. Derken AB modası çıktı. Şimdi ise ülkemizde kiliseler yer yer apartman katlarına yayıldı. Kimi vatandaşlarımız kâh ikna kâh çıkar sağlanarak Hıristiyan yapılıyor. AB’ye gireceğiz derken dinimiz elden gidiyor. Takkenin üzerine haç geliyor. İnsan inançsız olmaya görsün, her hareketi takiyye olur. Ben takiyyelerle yönetilmek istemiyorum. Ben ülkemi geri istiyorum” demişti. Sayın Ecevit’in şahsı ile doğrudan bir ilişki kurduğum anlaşılmasın (kurulması gerektiğine inansaydım zikretmekten çekinmezdim) ama bu beyanattan sonra ülkede bu konuyla alakalı biz dizi vahim olay meydana geldi.
Trabzon’daki Santa Maria Katolik Kilisesi’nin İtalyan rahibi
Andrea Santoro 5 Şubat 2006’da öldürüldü. 19 Ocak 2007’de Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni
Hrant Dink İstanbul’da öldürüldü. 18 Nisan 2007’de Malatya’da
Zirve Yayınevi Katliamı gerçekleşti. Ve yine bu süreçte bir
e-muhtıra bir de
Danıştay saldırısı gerçekleşti.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana gayrımüslim vatandaşlara yönelik ciddi bir kuşku ve adı konmamış bir rezervin varolduğunu bilmeyen yoktur. Gayrımüslimlerin de Müslümanlar kadar eşit birer vatandaş olarak “dinî çalışmalarını” rahatlıkla yapabildiklerini söylemek çok zor. Gerek statükonun gerekse de insanların bu konuda karşılıklı olarak bir takım kuşkulara sahip olmasını gerektirecek birçok tarihsel kötü tecrübenin yaşanmış olduğunu da zikretmeye gerek var mı bilmem. Ancak burada dikkat çekmek istediğim asıl konu gayri Müslimleri ciddi bir tehlike olarak görenlerin gerçekten İslam dini konusunda bir hassasiyet sahibi olup olmadıklarıdır.
Bir diğeri de bu konunun gündeme geldiği dönemlerdeki genel atmosferin farklılığıdır. 6-7 Eylül olaylarının da bu bağlamda Demokrat Parti’nin iktidarı döneminde olmasını bir tesadüf olarak görmediğimi belirtmeliyim. Bu vatandaşlara yönelik gerçekleştirilen birçok operasyonun özellikle sağ-muhafazakâr partilerin iktidarı döneminde olması sadece bir tesadüf değildir. Uzun bir zamandan beridir devam eden bir politikanın önemli bir parçasıdır. Bu politika, statükonun kibirli elitlerinin eliyle yürütülen toplumdaki farklılıkların kamu eliyle birbirine karşı kışkırtılarak düşmanlıklar oluşturup kendini garantiye alma stratejisidir. Libya’da Kaddafi bunu daha basit ve köylüce yapmakta, tüm muhalifleri El Kaide terör örgütü üyesi gibi göstererek yaptığı katliamı dünyaya meşru göstermeye çalışmaktadır.
Tekrar vurgulamak gerekirse bu olaylardan hareketle herhangi bir kişiyi veya siyasi bir düşünceyi özellikle mahkûm etmek gibi bir niyetim yok ancak, ülkede egemen olan statükonun toplumdaki insanlar arasında nasıl bir ayrımcılık politikası izleyerek kendisini varettiğini bu alandaki genel tavırlardan hareketle izini sürmek mümkündür.
Dindarlığına veya inancına herhangi bir itirazım yok ama sayın Ecevit’in “din elden gidiyor” çağrısı ülkede tek parti döneminden beri var olan o bildik toplumu birbirine kışkırtma politikasından başka birşey değildir. Bugüne kadar da hep böyle davranılmıştı ve doğal olarak da Rahşan hanım o klasik refleksi gösterip gayrımüslim vatandaşları adeta hedef göstertmişti. Şimdiye kadar ülkedeki genel gidişat zaten böyleydi. Müslümanlara karşı gayrımüslimleri, gayrımüslimlere karşı Müslümanları, Alevilere karşı Sünnileri, Sünnilere karşı Alevileri, seküler olanlara karşı dindarları, dindarlara karşı laikçileri kışkırtan bir politika egemendi. Bu politika ile de pekçok hedefe ulaşıldı. İdeolojik oligarşi kendisini ötekisinin tehlikesini bertaraf etme üzerine inşa ederek hep var etti. Toplumda varolan tüm farklı unsurlar birbirinin kuyusunu kazırken bir avuç azınlık iktidarını daha derinlere salmak için özel projeler üretmeye çalıştılar.
Bugünlerde kimi ilahiyatçılara yönelik devam eden sorgulama ve aramalarla yeniden gündeme gelen bu “misyonerlik” konusu esasında ülkemizde belki de din sosyolojisinden çok bu yönüyle, politik sosyoloji alanıyla irdelenmelidir. Nitekim evi veya ofisi arananların tamamı da din sosyolojisindeki orijinal akademik çalışmaları ile bilinen kişiler değil, aksine dinin resmi ideoloji ile olan akrabalığı konusunda çalışmaları olanlardır. Hatta bahsedildiği gibi din üzerinden toplumda bir ayrımcılığı derinleştiren bir tutum içinde olanlardır. Özellikle içlerinden birisini yakından bilirim, 28 Şubat sürecinde kimlerle iş tutup akademik çalışmalar yerine istihbarat raporları hazırladıklarını da çok iyi biliyorum. Bir üniversitedeki tüm öğretim üyelerinin sadece doğum yerine bakılarak fişlendiğine de bizzat şahit olmuşumdur. İlk Ergenekon iddianamesinin ek klasörlerinde bu kulunuzla ilgili de bir fişleme olduğundan dolayı konuya nispeten vakıfım. Sadece fişlemeye ilişkin bilgileri toplayanlar değil, o raporları kaleme alanlar da böyle bir raporun hazırlanmasını isteyenler de onay verenler de sorgulanmadıkları sürece adalet yerini bulmayacaktır.
Misyonerlik esasında yasal olarak bir suç teşkil etmemekle beraber uygulamada ciddi bir müeyyide gerektirir gibi muamele görmektedir. Bilindiği gibi Türkiye’de 2001 yılında yapılan MGK toplantılarından birisinde Misyonerlik ülkedeki tehdit alanlarından birisi olarak bahse konu edilmişti. Ancak daha sonra bu tehdit algısı 2005 yılında MGSB’den çıkartıldı. Misyonerlik ile ilgili kuşkulu bir tavır içinde olmayı gerektirecek kimi tarihsel kötü tecrübelerin varolduğundan kuşku yok ama bizzat bu eylemin kendisi bir suç tanımı içinde değerlendirilemez. Her bir inanç sahibi kendi inancını bir başkası ile paylaşmak ve onunla ortak bir paydada buluşmak ister. Dahası inançlar genelde toplumsal bir hedefi ama özelde ise ebedî hayatı içine alan bir geleceği kurgularlar. İnsanları ebedi hayatında mutlu etme çabası teorik olarak son derece erdemli bir tavırdır. Bunu suiistimal etmek de bir o kadar kötüdür. Bunun ayrımını yapabilmek yasalarla kolay değildir. Çünkü yasa niyetleri sorgulayamaz. Ancak eldeki maddi delillerden hareketle kararlar verilebilir.
Geriye işin siyasi boyutu kalmaktadır. Bizim ülkedeki mevzu da esasında siyasi bir durumdur. Bunun en bariz örneği ise ilginç bir biçimde dindarlar tarafından değil Rahşan hanım gibi daha seküler dünya görüşüne sahip olanlar tarafından dile getirilmiş olmasıdır.
Misyonerliğin klasik İslam anlayışı içindeki dinî pozisyonu nedir bilemem ama günümüz dünyasında pekçok alanda olduğu gibi dinî inançlar alanında da hayli ilerlemiş bir liberalleşmeden söz edilebilir. Batı Avrupa ülkelerinde, özellikle de Kuzey Amerika’da her dinin inananları kendi inançlarının kutsal metinlerini basmak, dağıtmak ve öğretmek hakkına sahiptirler ve bu çaba kamu otoritesi tarafından da büyük bir takdir görür. Her bir inanç sahibi düşüncesini yaymak için legal alandaki çalışmaları için devlet bütçesinden pay da alır. Devlet hiçbir inanca yakın veya uzak duruyor gibi davranmaz. Toplumsal değişimin iç dinamikleri ile ortaya çıkan politik bir proje olarak laikliğin de asıl karşılığı bu değil midir?
Son olarak, hem din sosyolojisi açısından hem de rasyonel çerçeveden bakıldığında her yeni metin bir öncekini kuşatmak ve kapsamak durumundadır. En son kutsal metin olan İslam’ın da en büyük iddialarından birisi de budur zaten. Daha kuşatıcı ve evrensel bir mesaj içeren bir dinin inananları olarak bir önceki metnin sahip olduğumuz inancı tehdit edebileceği düşüncesi bir güvensizlik durumuna işaret eder. Bir inanç zaafiyeti olarak görülebilir.
Şahsen misyonerlerin ülkemizde iz bırakacak kadar toplumsal dokuya nüfuz edebilecek bir değişimi gerçekleştirebileceklerine ihtimal vermem. Bu coğrafyada Hıristiyanlık üzerinden bir değişim dinamiği oluşturamazlar. Kaldı ki İslam üzerinden bile oluşturulması dahi sanıldığı kadar kolay değildir. Belki bu maskenin altında başka işler çevirmek isteyenler olabilir ama bu ihtimalden hareketle topyekûn bir dinin inananlarına karşı özel bir husumet içinde olunması gerekmiyor ve gerekmez de. Bir varsayım üzerinden gayrımüslim düşmanlığı ve misyoner karşıtlığı oluşturulamaz.
Evleri aranan ilahiyatçılardan hiçbirisinin günümüzdeki din sosyolojisini ilgilendiren kritik konuları ile ilgili çalışmalarından haberdar değilim. Ama bunların resmî ideoloji için “özel bir din oluşturma” çabalarını herkes biliyor. Zaten kendileri de bu durumu dillendirmekten imtina etmemektedirler. Misyonerlik konusundaki duyarlılıkları (!) da bu bahsettiğim resmî ideolojiye eklemlenmenin tecdidi imanı babında değerlendirilmelidir. Ancak misyoner karşıtlığı üzerinden kendilerine uygun bir inanç oluşturabilirler.
Son bir hatırlatma, tüm özgürlükleri elinden alındığını ve kendisine “özel bir blokaj” uygulandığını söyleyen bu ilahiyatçılardan birisi, hocası olduğu fakülteye bir misyoner yayınevi tarafından gönderilen tüm İncillerin kapaktaki ilk sayfasına kendi görüşlerini bir kağıda yazıp yapıştırdıktan sonra kütüphaneye konmasına izin vermiştir. Öğrenciler ellerine aldıkları İncil’de ilk olarak onun metni ile karşılaşsınlar ve o metinde var olan tahrifatların farkına vararak okusunlar diye öğrencilere bir amme hizmeti ettiğini söylemektedir. Bırakın bir ilahiyatçının, sıradan bir insanın bile bu kadar inananı olan bir kutsal metne karşı böyle bir tutum içinde olması asla kabul edilemez. Kendi kutsalınıza olan saygınızın en görünür kriterlerinden birisidir başkasının kutsalına olan saygınız.
Herkesin dini kendisinedir çünkü.
Kaynak: Taraf Gazetesi, Güncelleme Tarihi: 13 Nisan 2011
Doç. Dr. Mazhar Bağlı; Dicle Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü