Yaklaşık 17 gün süren İsveç gezisi sırasında Süryani halkında ilk dikkatimi çeken bir doğum sancısı gibi acı çekmeleri. Rahimlerindeki sancı keşke bir doğum sancısı olabilse diyorum içimden. Hüzünleri damıtıp Turabdin'e özlem demliyor yürekleri. Hepimiz biliyoruz ki, Süryani halkının yeniden doğması için bu ülkede yasal düzenlemelerle Süryani açılımındaki taleplerin öncelikle hayata geçirilmesi gerekir. Dört ayrı bölgede katıldığım konferanslarda tek bir ağızdan çıkmış gibi ortak bir soruydu; ülkemize, vatanımıza dönsek güvence var mı, diye? Yaşamanında, hayatında bir güvencesi yok ki deyip kestirip atmak geldi bu soruyu ilk duyduğumda. Çünkü bir o kadar acıtan ve yürek sızlatan bu soruyu kulaklarım hiç duymak istemedi aslında. Muhatapı devlet olan cevapsız kalan yanıtlar gibi…
Tartışmanın, özgür düşüncenin bile yasaklandığı rejimlerde, farklı düşüneni hain, muhalifi düşman ilan eden, cezalandıran, aç bırakan, hapse atan, katleden, ideolojik linçe maruz bırakan, taamüden adam öldüren bir ülkede ne güvencesi verilir, bilmiyorum. Ama yinede ‘yaşamak direnmektir’ sözünden yola çıkarak Süryani dostlarımın doğdukları topraklar olan Turabdin’e geri dönmeleri gerektiğine tüm kalbimle inanıyorum. Hayatın diyalektiği öğretti bize; "direne, direne kazanacağız".
İsveç’ten, Turabdin’e sahip çıkmak ne kadar yeterlidir sizce? İnsan hakları, özellikle kadın hakları ve demokrasi konusunda Avrupa’nın en gelişmiş ülkesi olan İsveç’ten Turabdin’e sahip çıkmak bir o kadar kolay ve de Türkiye hukuku açısından bir o kadar zor durumdur. Sözkonusu olan iki bilinmeyenli bir denklem gibi yaşanan kayıp hayatlardır. Asıl olan kendi köklerinin olduğu toprakta sulanmaktır. İsveç’te yaşadıkları dramları anlatmadan evvel, gördüğüm o ki, her insan kendi toprağına yakışır. Ve o hüzün kokan topraklar ancak ve ancak insanla güzelleşir. Halklar kendi toprağında harmanlanırsa gelişir, meyve verir. Ve o meyve, oranın güneşiyle, toprağıyla, suyuyla güzelleşip bir renge dönüşür. Halklar bahçesindeki en güzel renk ancak böyle alınır.
Yüreklerinde hala 1915’ten kalma korkular yaşayan bu naif halkın bütün ruhunu bir kanser gibi sarmış korku psikolojisi. Metastas olmuş ruhlara yeniden umut aşılamak rejim inandırıcılığını yitirmiş yitik bir ülkede öylesine zor ki. Büyük düşün, imkânsızı yakala diyen Che geliyor aklıma. Hep birlikte büyük düşüneceğiz bu güzel halkla. Geri dönüşler için adım atacağız Turabdin’e ve hayata. Hayatı hep birlikte anlamlı kılıp, salıncaklar kuracağız Midyat’ın, İdil’in, Hakkâri’nin, Omid’in köylerine çocuklarımızın hep birlikte salınması için.
Gelelim İsveç’teki konferanslarıma. İsveç’te kaldığım 17 gün boyunca bana büyük emeği geçen, tercümanlığımı, danışmanlığımı ve dernek başkanlarıyla ortak programlarımı yapan Turabdin’den bu yana eziyetimi çeken dostum Eliyo Eliyo’ya buradan bir kez daha teşekkürlerimi sunarım. 18 Kasım 2010 günü İsveç-Hallunda-Assyrien kültür merkezindeki konferansımda dernek Sekreteri George Baryawno, yönetim kurulu ve Asur kadınlarının tek istediği Türkiye’deki halklarla buluşmaktı. Bir gün mutlaka gerçekleşecek olan bu düşlerimize sıkı, sıkı sarılmak gerekir. Süryani halkına ilk yürüyüşümde beni bu kadim halkla buluşturan Can dostum Sait Yıldız ve Jan Beth Sawoce ise, Süryani açılımıyla ilgili sorduğu sorular ile salondaki yerlerini çoktan almıştı bile. Dernekde Aşur Kerimo ve Hezexli dostum Josef Kopar ise bir militan edasıyla çalışıyordu. Hallunda’da gördüğüm sevgi seli bana hep Turabdini hatırlatıyordu. Mor Gabriel manastırında kaldığım dönemlerdeki misafirperverlikten Hallunda’da yaşayan Süryanilerin hiç farkı yoktu. Turabdin’de yaşayanların tek bir farkı vardı o da yüreklerinin hep acı, hep gözyaşı pompalaması.
21.10.2010 da İsveç-Göteborg Asur Kültür derneğindeki konferans ise benim açımdan en verimli geçen bir seminerdi. Burada bu konferans için emeği geçenlere, beni İsveç’te Süryani halkıyla buluşturan öncelikle papaz Abraham Garis’e, dostum yoldaşım Aslan Akbaş’a verdikleri emek adına sonsuz teşekkür ederim. Bütün konferanslarımda olduğu gibi İsveç’te yaşamak ve direnmek için öncelikle bu kadim kültürü ayakta tutan Mor Gabriel manastırına sahip çıkılmasını işledim. Mor Gabriel manastırı ve Turabdin var oldukça dünyanın her yerinde ancak var olabileceklerini anlamaları gerektiğine inanıyorum. Çünkü nar tanesi gibi dünyanın dört bir yanına dağılan Süryani halkı gittikleri her yerde entegrasyon adı altında, çağdaşlık adına asimilasyona, bir çeşit kültürel soykırıma uğruyorlardı. Böyle giderse önümüzdeki 30 yıl içersinde hangi ülkede yaşıyorlarsa o ülkenin yurttaşı olmaktan öte, o ülkenin bir bireyi olacaklar. İsveç’teyse tipik bir İsveç’li, Almanya’da ise tipik bir Alman gibi düşünecek ve yaşayacaklardır.
Bundandır ki kadim Süryani kültürünü ve dilini yaşatmak için Turabdin’e yeniden dönüşlerin olması gerek. Göteborg’da gördüğüm Asur kadınları daha entelektüel bir yapıya sahipti. Dayanışma ve ortaklaşma adına buluştuğumuz bu kadınlarla ortaklaştığımız tek şey o topraklara barış gelecekse ancak biz kadınlar örgütlenirsek mümkün olabileceği düşüncesiyle ayrıldık oradan Jönköping’e.
27.10.2010 da İsveç-Jönköping Asur –Turabdin derneğindeki konferansa gelince. Zemheri ayını iliklerimize kadar hissettiren Kar ve kışa rağmen vede akşam Assyriska -Jönköping futbol gecesinin yemeğine rağmen Başkan Shylemon Shamoun ve yönetim her türlü hazırlığı yapmıştı. Beni yüreğinin evinde misafir eden değerli dostum Simon Barmano’nun çevirmenliğimi yaptığı bu konferansta ise en ilginç soru ‘Bu ülkede azınlıklardan da vergi alınıyor ama papazlara bu ülkede bırakın maaş vermeyi nasıl sosyal bir güvenceye sahip olacakları’ konusunda bilgi istemeleriydi. Mazlum halkların kaderi midir? Kederi midir? Bu bilinmez ama, gelen her soruda bir yakarış, acı bir çığlığın çınlaması vardı. Diaspora’da yaşamak zorunda kalan Kürt halkıyla, Alevilerle ve Ermeni kadınlarıyla yaptığım görüşmelerde acılarının rengi hep aynıydı. Diaspora’da zorunlu ikamet etmek zorunda kalanları acı hep aynı yerden vuruyordu. Tek tipçilik; yani tek bayrak, tek din, tek dil hepsini kanatan, yakan bir olguydu. Ya düşüncelerinden ötürü 301’den ceza yemişlerdi, ya da dinlerinden, dillerinden, etnik kimliğinden ötürü prangalar vurulmuştu hayatlarına.
28.10.2010 da İsveç-Linköping Mezopotamya Kültür Derneğindeki konferansta ise, -10 derece soğuğa rağmen katılımın olduğu Kerboran’lı dernek başkanı Sargon Altun ve papaz Corc’la ortaklaştığımız şeydi Turabdin’e dönme sevdası. Salonda bulunan Irak’lı bir Keldani gencinin ise daha yeni 52 kişinin ölümüne, 67 kişinin yaralanmasına neden olan Süryani tarihine kanlı Pazar olarak geçen ve bu güne değin sistematik hale gelen katliamların ne zaman biteceği sorusu ise yürekleri yakan en ağır bir soruydu. Toplumların; sınıflara bölündüğü dönemden beri ezen/ezilen, sömüren/sömürülen çelişkisi ve mücadelesi halen devam etmekte ve bu mücadele insanlık var oldukça devam edecektir. Kadim Süryani halkı Ortadoğu da yaşadıkları her ülkede hep dönem, dönem katliamlara uğramıştır. Konferansdaki bu sohbeti Jakop Bargello ve eşi Maria’nın evinde geceleyerek acı sohbetin tanığı olduk hepimiz.
30.10.2010 da ise Södertalje’de Roj Tv’de, Qolo Hıro’ya dostum Sait Yıldız ve Özcan Kaldayo ile birlikte Süryaniler ve Mor Gabriel üzerine bir program yaptık. O günlük perde arkasında kalan Yakub Rohyo arkadaşı anmadan geçersem haksızlık olur. Son durağımız yeniden Hallunda üzerinden Stocholm-Upplands Väsby de iki gün evinde konuk olduğum yazar Augin Kurt ise bana Mor Gabriel konusunda ışık oldu. Sadece Mor Gabriel mi? Haç’ın Asur mitolojisindeki Hristiyanlığa geçmeden evvelki anlamıyla bu günkü anlamının aynı anlama geldiğini öğrenince ise hayretler içersinde kaldım. Augin Kurt, Haç ile ilgili İsveççe ve Süryanice - İngilizce bir kitap çıkarmak üzere sanırım. Önümüzdeki süreçlerde Mor Gabriel mahkemeleri sırasında kullanacağım bu bilgiye ulaşmanın sevinciyle Arlanda havaalanına doğru yol aldım. Yüreğimin bir yarısını İsveç’te hüzün kokan, umut arayan bu insanlara bırakarak. Umut İnsanda, umut Mor Gabriel’in Süryani halkına vereceği ışıkta diyerek hoşça kalın ışığın çocukları hoşça kal kalbim...
Yazar: Zeynep Tozduman, Güncelleme Tarihi: 8 Aralık 2010 , Fotoğraflar: David İŞ