Kendi evimde yaşadığım şehre büsbütün yabancılaşmış gibiyim. Zihnimde kopuk kopuk görüntüler, pek aşina olmadığım başka sesler dolaşıyor. Geçen hafta Mardin’de açılan bir sergi vesilesiyle dolaştığım dar, tozlu, loş sokak aralarında, kalabalık çarşılarda, gizli geçitlerde, tenha avlularda tanıştığım insanların mırıldayan sesini duyuyorum hâlâ...
Kadim şehir, kuyumcuların parlak vitrinlerinde gördüğüm tespihlerin sade renklerine bürünmüş... Güneş ufukta erirken damarlı akikler gibi kızaran zarif kubbeler, solgun, sarımsı kehribarlara özenen oymalı taşlarla süslenmiş ihtiyar camiler, kiliseler, manastırlar, akşamın çöküşüyle lapis mavisine kesen yumuşak, menekşe yüzlü geniş bir gökyüzü, sıcağın buğusuyla tüterken zebercetler gibi parlayan uçsuz bucaksız ovalar, mücevherlerini vakur bir edayla taşıyan soylu bir kadın misali ışıldayan şehre eşlik eden kristal ay taşları...
Harabeler üzerinde bir köy...
Bizans şehrinin kalıntıları üzerine vaktiyle rastgele kondurulmuş bir köyün yeraltı ‘zindanında’ konser için bulaşanları tepeden izliyorum. Vurmalı çalgıların soğuk taşlarda yankılanan tempolu ritmine eşlik eden kadınlar ellerindeki Süryani şaraplarıyla dolu çanaklarla sallanmaya başlıyor. Temiz hava almak için kenarı uçurma bakan dar merdivenlerden tırmanırken kalaşnikoflarını saklamayan ‘şeffaf siviller’ görüyorum. Biraz başım dönüyor. Dışarıdan telsiz vızıltılarını bıçak gibi kesen tiz bir ses geliyor. Köyün delisi devletin makam arabasına dayanmış Kürtçe türkü söylüyor. Dünya umurunda değil. Herkes ona gülüyor. Çocuklardan birine ona ne olduğunu soruyorum. “Bir hafta ortadan kayboldu. Döndüğünde böyleydi. Kimse ne olduğunu bilmiyor” diyor. Kürtçe bilmiyormuş aslında.
Zifiri gecede iki bin yıllık taşlardan birisinin üzerine tüneyip bir sigara yakıyorum. Yanıma gelip kendini tanıştıran kız çocuklarının ismi Şinda ve Sidal. Manasını soruyorum, cevabını hiç düşünmeden veriyorlar. Ağaç gölgesi ve yeşillik. Sonra Sipan, Sümmeye, Keje, Hevidal, Zozan, Jiyan ve Ercan da geliyor. Grup giderek genişliyor. Sarıpapatya tarlasına karga sürüsü gibi dalan kara oğlanlar heyecanlı görünüyor. Kızlarla Kürtçe şakalaşıyorlar. Arada beni de çekiştiriyorlar tabii. Bu üstünlük onları çok eğlendiriyor. “Okulda da kendi aranızda, hocanızla Kürtçe konuşuyor musunuz” diye soruyorum. İçlerinden biri arkamızda nöbet tutan jandarmaya bakıp “bazen” diyor. O tedirginliğin ne manaya geldiğini biliyorum. Uzaktaki kıpırtılı ışıkları fark edince Suriye’ye neredeyse yürüyerek ulaşabileceğimi düşünüyorum. Bir an öyle elimi kolumu sallayarak başka bir ülkeye girme fikri hoşuma gidiyor.
Ekip dağıldıktan sonra Şinda beni elimden tutup kendi evine götürüyor. Evleri binlerce yıllık bir su sarnıcının üzerinde. Ortasında zeytin ağacı olan karanlık bir avluya giriyoruz. Tahta bir döşekte oturup üşümemek için birbirimize sokuluyoruz. Bana çekirdek ikram ediyor. Ay ince dudaklı peri kızı gibi gülümsüyor. Çocuk masallarındaki kadar berrak ve yakın. Birlikte susuyoruz. Muhtemelen ruhum da epey yorgun olduğu için sarışın küçük kızın yanına kıvrılıp, hayatımın geri kalanında hep o sessiz, boz avluda uyanmak istiyorum.
Ovaya bakan taht hayali...
Tarihî bir Medrese’nin eyvanında durmuş, Binbir Gece masallarındaki, iri siyah gözleri, çekici tebessümü ve baharatlı teniyle etrafına ışık saçan bir prensese benzeyen güzel bir kadını seyrediyorum. Yirmi yıl önce de ona bakarken böyle hissederdim. O bana ihtiraslı gençlik günlerimden kalan kıymetli bir hediye. Döne Otyam, Kasımiye Medresesi’nde açılan serginin küratörü. 2010’da düzenlenecek olan Mardin Bienali’nin habercisi olan bu sergi için uzun zamandır orada çalışıyor. Beni tanıştırdığı Kürt dostları için şöyle diyor: “Onlar olmasaydı bu işi asla beceremezdik.”
Rutubet kokan, gölgeli ‘abbara’lardan geçerken, dar sokak başlarında biraz eğilince deniz görecekmiş hissi veren Mezopotamya’nın büyüsüyle hep aynı hayale düşüyorum. Ovaya bakan geniş teraslardan birinde kurulan geniş bir tahtın üzerinde uyuyoruz. Saten yüzlü bir yorganın altına saklanmışız. Sabah serinliğiyle salınan inci pembesi ipek cibinlikler yüzümüzü okşuyor. Kanat çırpan kuşların kadifemsi sesi işitiliyor uzaktan. Bakır bir çanağın içinde yarılmış narlar... Kalbimizde ne var ne yoksa hepsi çanağın içine dökülmüş... Tane tane... Öyle durup kıpırdamadan tertemiz sabah göğüne bakıyoruz...
Kaç dil biliyorsunuz?
Kuyumcuda bana yardımcı olan bir gençle sohbet ediyorum. Neden orada olduğumu ve ne iş yaptığımı soruyor. Anlatınca, “Geçmiş olsun. Zaten hiç anlamadım bu gazeteyi” deyince, durduk yerde sinirleniyorum. Malum, çarpışmalı ‘özür günleri’. Neyse ki o sırada sağlam bıyıklı bir dost, “Sen buna bakma abla, biz o gazetenin sadece haktan, insandan yana olduğunu biliyoruz. Olur öyle kazalar” deyince, “Eyvallah koçum sağol, gel bir öpeyim” türünden tehlikeli cümleler geçiyor aklımdan ama neyse ki kendimi durduruyorum. Ne de olsa biraz sonra pırlanta tozlarıyla bezenmiş zarif bir yüzük bakacağım. Biraz mahcup bir edayla “Sevindim böyle düşünmenize” diyorum sadece.
Tarihî bir hamamın önünde otururken geveze kuşlar gibi şakıyan, kurumuş dallar kadar sıska, kara gözlü oğlanlar sarıyor etrafımı. İsimlerini soruyorum; Yusuf Ahmed, Ali Ahmed, Mustafa Ahmed, Osman Ahmed. “Memnun oldum tanıştığımıza, ben de Esra” diyorum. Derin bir sessizlik oluyor, sonra aralarında ciddi bir ifadeyle Arapça konuşmaya başlıyorlar. “İkinci ismi Ahmed olmayanı aramıza almayalım” dediklerini tahmin ediyorum. “Siz kaç dil biliyorsunuz” diyorum. Sayıyorlar: “Türkçe, Arapça, Kürtçe, biraz da İngilizce, okuldan.” Öyle mi, ne güzel, peki Süryanice” diyorum. En küçük olanı içinden gelen ani bir sevinçle “O ne la?” diyor. Rahat gülebilmek için çantamı yere koyuyorum ve hayatta içten bir çocuk gülüşü kadar bozulmamış hiçbir şey olmadığını hatırlıyorum.
Yorgun bir günün sonunda otobüsün muavini Urfalı İbrahim’le Kürtçe konuşup o dili yazamayanlar hakkında sohbet ederken yolda şenlikli bir Kürt düğünü görüyoruz. İçimden “hooop, durun” gibi bir ses çıkıyor. Alacalı kıyafetleriyle halay çeken neşeli kadınlara katılıyorum ama kız tarafının hikâyesini öğrenmeye çalışırken adımlar karışıyor. “Hem Kürtçe bilmiyor, hem de biraz şaşkın” demiş olabilirler arkamdan. Olsun, otele dönerken “açılımsa açılım işte” deyip kendi kendime gülüyorum.
Hayat gerçek, çaresizlik gerçek!
Dünyanın en eski manastırlarından birisinde dolaşırken yanlışlıkla rahibelerin odasına giriyorum, önce biraz şaşırıyorlar ama “ne olur sanki burada yaşasam” diye yalvaran bir sesle konuşunca onlar da kıkırdamaya başlıyor. Çıkarken bakıyorum bin altı yüz yıllık manastıra çanak anten kurmuşlar. Niyetimi paylaştığım arkadaşım yüzüme tuhaf bakmaya başlayınca, “Ne var, akşamları dizilerin sevişemeyenlerine bakar, uyur, dua eder, kitap okur, böyle yaşar gideriz işte. Şehirdekiler başka türlü mü yaşıyor sanki” diyorum.
Nihayet kendi mahallemin patlamış mısır kokan sinemalarından birisindeyim. İki dil, Bir bavul’u izliyorum. Film, Kürtçe bilmeyen idealist, ana kuzusu bir ‘cumhuriyet öğretmeniyle’, Türkçe bilmeyen çocuklar arasındaki kültürel, insani kopukluğun trajikomik hikâyesini anlatıyor. Öğretmen gerçek, köydeki yoksulluk, imkânsızlık gerçek hayattan daha gerçek, aynı ülkede aynı dilleri konuşamayan insanların çaresizliği, ana dilinde eğitim alamayanların hissettiği yoksunluk gerçek! Hakikatin kalbinden sesleniyor film. Öğrencilerden birisinin babası anlatıyor: “Bana kaç dil bildiğimi sordular, iki dedim. Kadın fahişe gibi güldü. ‘Türkçe senin ana dilin, öbürü dil değil’ dedi. Benim ana dilim Kürtçe, Türkçeyi yabancı dil gibi sonradan öğrendim. Bu sıkıntıyı çocuklarımın da yaşamasını istemem.”
Oralarda dolaşırken pek idrak edememişim, belki çocukların, kadınların saf neşesini paylaştığım için... Filmi izlerken içim eziliyor. Şinda’nın gümüşi zeytin yaprakları gibi parlayan çekik gözlerini, elimi tutan küçük, soğuk ellerini, Kürtçe konuşurken şıkırdayan çocuk sesini hatırlıyorum. Gözlerim yanıyor biraz, yutkunamıyorum.
Kaynak : Taraf Gazetesi, Güncelleme Tarihi: 2 Kasım 2009
Not: Mardin Bienali İle İlgili Haber