Daha önceki yazılarında Süryani Ortodoks Mor Gabriel Manastırına karşı yürütülen davaları araştıran Kino, şimdi de toprakları elinden alınanın sadece manastır olmadığını ortaya çıkarıyor. Süryani köylerinin birçoğu mülk ve topraklarının müsadere edilme tehlikesiyle karşı karşıya. Hem de yasal yollarla.
Klik, klik, klik diye kameralar şakırdıyor valinin, belediye başkanının ve en yüksek askeri rütbelinin huzurunda, Mardin’de, Mezopotamya’nın kuzeyinde. Güneş var gücüyle yakıyor. Gün ondokuz nisan, sıcak bir bahar günü ve ortodoks hristiyanların paskalya bayramı. Resmi Türkiye, etrafa yeni yüzünü sunuyor ve devlet erkanı, hristiyanların en önemli bayramında, İsa Mesih’in ölülerden dirildiği günde, Süryani Ortodoks metropoliti
Saliba Özmen’i, Deyrulzafaran manastırında ziyaret ediyor. Yeni Türkiye’de herkes hoş karşılanıyor; hristiyanı, müslümanı, tüm etnik gruplar ve dinler. Ülkenin yeni idarecilerinin halkla ilişkiler ve tanıtım kampanyası tam hızla işliyor. Gazeteciler manipüle olmaya kendilerini bırakarak, hem yerel hem de ulusal medya için ha bire haber ve yazı malzemesi topluyor.
Bir sonraki gün, çeşitli gazeteler ve televizyon kanalları hristiyan yortusu kutlamalarını konu alan yazı ve programlarla doluyor. Ard arda şakırdayan sadece fotomuhabirlerinin kameraları değil, aynı zamanda turistlerin kameraları da. Hem Türkiyeli hem de yabancı turistler buraları erken keşfetti bu yıl. Yılın en güzel zamanı bu günler. Mardin’in kendine has binyıllık mimarisi, daha çok sarımsı safran bitkisinin egemen olduğu çiçek ve yeşilliklerle çevrelenmiş durumda. Mardin, yaklaşık seksen bin nüfusa sahip ve aynı adla bilinen vilayetin idari merkezi. Bindiğim taksi, şehrin üzerinde kurulu olduğu tepenin etrafını geçerken, ki şehirden geçen tek araç yolu bu, ben de bizim tanıdıklara ait evlere birbiri ardına bakıyorum. Taksi sürücüsü, buralara daha önce gelip gelmediğimi soruyor. Hüzünlü gülümseyişimi saklamak elden gelmiyor. Görkemli evleri parmakla işaret ediyorum şoföre ve orada yıllar önce oturan akrabalarımı anlatıyorum. Nerde oturuyorlar şimdi diye soruyor. Çocukları ya İstanbul’da oturuyor ya da Avrupa, Amerika, Ortadoğu ve Avusturalya’ya dağıldıklarını söylüyorum. Başını iki yana sallıyor ve daha fazla kişinin buralara dönmeyişinin üzücü olduğunu ekliyor. Adı Hikmet, o da Süryani. Ona göre, 1999’da Batı Türkiye’de yaşanan depremden sonra birkaç aile geri dönmüş. Bugün Mardin’de seksene yakın Süryani aile yaşıyor. Oysa eskiden şehrin çoğunluk nüfusunu teşkil ediyorlarmış. Vali ve diğer seçkin ziyaretçiler tam meropolitle vedalaştığı sırada ben de arabadan iniyorum. Fotoğrafçılar ve turistler en güzel fotoğrafı çekmek için çabalıyor.
Aradan bir saat sonra tekrar arabadayım, bu kez İsveçli pastör Bertil Bengtsson ve kızı gazeteci Marie Starck ile birlikte. Doğum şehrim olan Midyat’a ve Mor Gabriel’e doğru yol alıyoruz. Yolda giderken kısa bir süreliğine de olsa, bir Süryani köyüne sapma yapıyoruz. Kamera objektiflerinin arkasında bu kez farklı hikayeler yer alıyor, baskı ve eziyet konulu. Yıllar önce yaşanan vahşi ölüm ve nefret dolu anılardan hiç kimse esirgenemiyor.
Yirmi nisan pazaretesi sabahı, adı bugünlerde sık sık geçen manastırda uyanıyorum. Bir diğer şoförümüz Habib, bizi Midyat’taki mezarlığa sürüyor. Babamın halası, yumurta, peynir, içecek ve şekerli şeyler almış. Paskalyanın ikinci gününü kasabalılarla ve ölülerle kutlayacağız bugün. Papazlar bizim ölüler için dua okurken, biz ise kimin yumurtası daha güçlü diye yarışıyoruz. Yumurtaları tokuşturuyoruz. Yumurtası kırılan kişi oyunu kaybediyor ve zayıf yumurtasını galip gelene veriyor. Sert yumurtalara sahip genç erkek ve kızların cepleri yumurta doluyor. Şimdi Turabdin’deyiz, Tanrı’ya hizmet edenlerin dağı, dünyada kilise ve manastırların en yoğun olduğu yöre, hristiyanlığın en kutsal yerlerinden biri. Her yerde ezene bezene giyinmiş Süryani gençler etrafa şeker ve yiyecek dağıtıyor. Türk gazeteciler de bunu egzotik buluyor ve kameralar ard arda şakırdıyor.
Kasabadan uzaklaşıp şehir dışına, köylere doğru yol alıyoruz. Refakatimizde bu kez, AB komisyonunda çalışan
Christos Makridis, Belçikalı-Süryani gazeteci
Nail Beth Kinne ve Avusturya’dan orta yaşlı bir çift de var. İlk durağımız Aynverd köyü, 1915-1920 katliamı sırasında Turabdin’de hristiyanların dayanma gücü gösterdiği yer. Yeni savaşımların verildiği, yeni zamanlar şimdi. Mücadelenin odak noktasını şimdilerde, hem devlet hem de komşu Kürtler’in yasal olmadan el koymaya çalıştığı topraklar oluşturuyor. Bir kısım toprakları ellerinden alınan ve devletin kandırdığı, buna benzer üç köye daha uğruyoruz.
Turabdin’e gezimin bir diğer amacı da, Mor Gabriel manastırına karşı yürütülen davaları izlemektir. Akşam saatlerinde tekrar manastıra doğru yol alıyoruz. Metropolit bana Valilikten gelen bir davetiyeyi gösteriyor. Yirmi dört nisan cuma günü, İçişleri Bakanı
Beşir Atalay Turabdin’e gelerek köylülere mirasları olan topraklara sahip olduklarını gösteren tapu belgelerini şahsen dağıtacakmış. Manastırın yaklaşık elli kilometre güneybatısında yer alan hristiyan köylerden birinde yapılacak tapu dağıtım törenine metropolit de davet edilmiş. Türkiye’de resmi ağızlar, Bakan’ın kadastro anlaşmazlığı yaşanan yedi köye tapu dağıtacağını söylüyor. Sözkonusu olan köyler, beş hristiyan ve iki müslüman köyü. Türk gazete Today’s Zaman’a ait bir kaynak, Bakan’ın aynı zamanda Mor Gabriel manastırı ve manastırın topraklarında hak iddia eden komşu köy muhtarları arasında arabuluculuk yapacağı öne sürülüyor. Birkaç konuşmadan sonra, bunun doğru olmadığını öğreniyorum, en azından Turabdinliler’in kendileri buna inanmıyor. Ne hala Turabdin’de oturan Süryaniler, ne de binlerce yıllık ata topraklarından bir zamanlar çıkmak zorunda kalan diyasporadaki ve çoğu Avrupa vatandaşı olan Süryaniler buna inanıyor.
Bakan’ın ziyaretinin asıl amacı, devletin yasal olmadan toprak müsadere etmesininin üzerini örtmek olduğu belirtiliyor. Türk devleti büyük bir kısmı Süryaniler’e ait birçok arazi parçasına el koymuş durumda. Toprakların çoğu, otuz yılı aşkın bir süredir işlenmemiş. On yıllardır bu yörelerde Türk askerleri ve PKK arasında çatışmalar olmuş. Topraklar yıllardır işlenemediği için devlet bunları işlenmeyen arazi diye hazineye mal ediyor. Bu toprak parçalarının bir kısmı bugün ormanlık olmuş, bir kısmı da yabanıl arazi halini almış. Böyle olunca da bu arazilerin devlete ait olduğu kanısına varılıyor. İşlenmeye elverişli olmayan taşlık ve yabanıl araziler kanuna göre devletin malı oluveriyor. Turabdin’in birçok köyünde, Süryaniler’e ait alanların yaklaşık
dörtte üçüne yakın bir kısmı, ormanlık ve hazine malı sıfatıyla devlet adına kaydediliyor.
Öte yandan bu tapu dağıtım töreninin yapılacağı yirmi dört nisan günü de, tüm dünya çapında Süryaniler’in, Ermeniler’in ve Pontus Rumları’nın, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan hristiyan katliamının yıldönümünü andıkları gündür. Katliamın kabul edilmesi için ABD’de lobi çalışması yapan Süryaniler, bu günün seçiminin bilinçli olarak yapıldığını ve bu yolla, yapılacak olan manifestolardan ve Başkan Obama’nın yapacağı konuşmadan dikkati öteye çekmek olduğunu söylüyorlar.
Salı sabahı İçişleri Bakanlığını arıyorum, e-mail adresimi istiyorlar. Öğleden sonra mail geliyor, Fatih Dikici’yle irtibat kurmamı öneriyorlar. Bakanlığın Mardin’deki irtibat elemanıymış. Daha sonra öğreniyorum ki Mardin Valisinin sekreterlerinden biridir.
-İşim çok, telefonlar durmadan çalıyor. Bugünlerde Mardin’e ziyarete gelecek birçok delegasyona bakmakla görevliyim.
-Bakan ne zaman geliyor?
-Az önce Valimiz eşliğinde bir Bakan vardı.
-İçişleri Bakanı mı?
-Hayır, o ayın yirmi üçünde geliyor, yirmi altısına kadar kalacak.
-Ziyaretinin sebebi ne acaba?
-Yedi köye tapu dağıtacak, çoğu Süryani köyü.
-Bunlar daha önceden toprağın sahibi değiller mi?
-Evet ama tapu belgeleri yok, Bakan bunları dağıtacak.
-Yani Bakan buraya tapu dağıtmak için gelecek?
-Evet.
-Bu biraz garip değil mi?
-Hayır, ancak olağandışı.
-Midyat’a da uğrayacak mı?
-Evet, programda yazılı.
-Mor Gabriel’i hangi gün ve saatte ziyaret edeceğini biliyor musun?
-Köylüler tapularını alır almaz oraya hareket edilecek.
-Delegasyonda kaç kişi var?
-Yaklaşık otuz kişi.
-Kim bunlar peki?
-Çoğu Ankara’da görevli büyükelçiler, sonra yurtdışından gelen bazı Süryaniler, Bakan ve eşliğindekiler.
-Bakan, Mor Gabriel’e karşı yürütülen davaları da konuşacak mı?
-Daha önce de söylediğim gibi işim çok. Birkaç dakika bekler misin?
Beş dakika sonra tekrar telefonu alıyor.
-Bakan gelmiyor.
-Gelmiyor mu, neden?
-Maalesef bilemiyorum.
-Ziyaretin iptal sebebi için herhangi bir açıklama gelmedi mi size?
-Hayır, sadece ziyaret için bir engel çıktığını ve daha önemli bir göreve katılmak zorunda olduğunu öğrendik. Eğer birkaç dakika daha beklersen, Bakan’ın yerine gelecek görevlinin adını öğrenebilirsin.
Beş dakika sonra:
-Dışişleri Bakanlığından Genel Müdür Yardımcısı Sayın Sertaç Sönmezay geliyor Bakan’ın yerine. Buralarda üç gün kalacak, yirmi üç nisandan yirmi altısına.
-Today’s Zaman gazetesine göre, İçişleri Bakanının, manastır ve komşu köy muhtarları arasında arabuluculuk yapacağı söyleniyor. Sayın Sönmezay bunu yapacak mı?
-Üzgünüm ama bu soruya cevap verecek durumda değilim. Sorularını istersen bana e-mail ile gönder, ben de ilgili bakanlığa iletirim.
Ve görüşmemiz sona eriyor.
Mardin Savcılığındaki bir kaynaktan edinilen bilgiye göre, Dışişleri Bakanlığından Sertaç Sönmezay’ın ziyareti çok önceden planlanmış bir ziyaret. Diğer bazı incelemelerin yanısıra, Mor Gabriel’e karşı yürütülen davaları da yakından inceleyecekmiş.
Midyat’taki geleneğe göre metropolit, Paskalya ve Noel bayramlarını, manastırda değil de kasabanın bir kilisesinde yapacağı ayinden sonra tüm cemaatle kutluyor. Midyat’ın yerlileri, hristiyanıyla, müslümanıyla, devlet yetkilileri (belediye başkanı, kaymakam, askeri komutan) ve çevre köyleri, bunların tümü, hristiyan yortularını, metropoliti ziyaret ederek birlikte kutluyorlar. Köylüler metropolitliğe gelip saygılarını sunarak hediyelerini veriyorlar. Bazıları, varsa eğer sorunlarını da konuşuyorlar. Ben, Marie Starck ve Bertil Bengtsson da hazır oturuyoruz. Nerdeyse gelen köylülerin tümünün ellerinden alınmış toprak sorunu var. Anonim kalmak isteyen Midyat’ta bir öğretmen şunları söylüyor:
-Turabdin’de bu konuda sorunu olmayan tek bir köy yok nerdeyse. Onyıllık zaman aşımı uygulamasını içeren yeni kadastro kanunu çıktıktan bu yana herkes toprak kaybetti. Devlet ortaya yeni bir yasa çıkararak, yasal olmayan bir yolla vatandaşın toprağına el koyuyor. Buna hem müslüman hem de hristiyan köyler maruz kalıyor, ancak daha çok hristiyan köyler.
Yirmi iki nisan çarşamba günü duruşma var. Sekizinci duruşma bu. Yaklaşık yüz kişilik gurup, adliye binasının avlusunda toplanmış, mahkeme salonuna sadece on kişi girebildi. Birçok kişi daha girmeye çalışıyor. Benim ise gözlerim müslüman muhtarları arıyor, başsağlığı dileklerimi sunmak istiyorum, çünkü birkaç ölüm kazası yaşadı bazı aileler, onlarla en son karşılaştığımdan bu yana. Etrafa bakındığım sırada, omuzuma bir elin dokunduğunu hissediyorum. Dönüp bakıyorum, muhtarlardan biri, ondört yaşlarındaki kızını kaybeden. Ona elimi uzatıyorum, tokalaşıyoruz, yakınlarıyla ve diğer köylülerle de tokalaşıyoruz. Benimle, duruşmadan sonra bir süreliğine görüşebilirler mi diye soruyorlar.
Sıkışık duruşma salonunda, ilkin devletin manastıra karşı açtığı dava görüldü, sonra da manastırın devlete karşı davası. Yaklaşık yarım saat kadar sürdü bu iki dava. Tutanak katibinin bilgisayar yazıcısı bozulmasaydı eğer daha da kısa sürecekti. Mahkeme tutanakları her iki tarafın avukatlarına dağıtıldıktan sonra, üçüncü duruşmaya geçiliyor. Muhtarların, manastırın kendisine ait olmayan toprakları alıkoyduğunu iddia ettikleri ve bu toprağın ya devlete verilmesini veya köyler arasında paylaşılmasını talep ettikeri dava. Muhtarlar ve yeni avukatları salona çağrılıyor. Hemen ardından mahkemede ayak üstüne ayak oturmamamız gerektiği ikazı geliyor, mahkeme salonunda yakışmıyormuş.
Yeni avukatta karizma ve angajman eksik gibi. Başkentten gelen daha önceki avukatın duruşma salonunda takındığı “Ankara havası” yoktu artık. Şimdiki avukat Midyat’tan, biraz daha çekimser ve daha yavaş. Fakat bu kılıfın ardında neyin saklanabileceğini hiç bilmez insan. Muhtarlar ve manastır arasındaki duruşma davası, onbeş dakikada görülüyor. Bu kez de mahkemeden herhangi bir karar çıkmıyor. Hakim, savcıların iki adet raporu henüz tamamlamadıklarını ve raporları bekleyeceklerini açıklıyor. Bir diğer rapor da incelenmek üzere her iki tarafın avukatına veriliyor. Altı mayıs günü, tüm dünyada binlerce insanın ilgisini çeken dramatik devam edecek anlaşılan. Yirmi iki mayıs günü de, en azından üç davadan birinde karar alınacağına inanılıyor. Manastır çevre duvarının içinde kalan arazi parçalarının manastıra mı yoksa devlete mi ait olduğunu konu alan dava.
Mahkeme çıkışında muhtarlardan birinin oğlu beni bekliyor dışarda. İsveç’ten milletvekili Yılmaz Kerimo, Almanya Büyükelçiliğinden başkatip, AB komisyonu Türkiye sekreteri ve Avrupa’dan gelen bazı Süryaniler’in önünde kameralar şakırdıyor. Muhtarlar araba parkında duruyor, hiçbir gazeteci onlarla konuşma ilgisi göstermiyor, resim çekmiyor. Ben yanlarına yaklaşıp bir kez daha taziye dileklerimi sunuyorum. Üç kaza olmuş. İlki, genç bir anne ve küçük kızı bir yangın kazasında ölmüş. Bir diğer vaka, genç bir kız gün ortasında avluda düşüp ölmüş. Üçüncü vaka ise duruşmadan birkaç gün önce yaşanmış. Manastıra karşı şikayet dilekçesi veren köylülerden birinin hem yeğeni hem damadı olan bir genç, elektrik çarpması sonucu yaşamını kaybetmiş.
-Daha önceki görüşmemizden bu yana kadınlarımız hep siyah giyiniyor. Bu, bir son bulmalı. Başımıza kaza üstüne kaza geliyor, lütfen onlara söyle, başımıza kaza gelmesi için artık beddua etmesinler. Mor Gabriel’in gazabının üzerimize geldiği söyleniyor. Bizler yalnızca masum köylüleriz, diye yakınıyor, adının yazılmasını istemeyen yaşlı biri.
Daha önceki Turabdin ziyaretimde evine uğradığım muhtar İsmail Erkal ise daha çok sessiz duruyor, diğerlerinin konuşmasına yer veriyor. Onlar bitirince sözü alıyor, benimle tek başına konuşmak istiyor.
-Metropolite söyle yorulduk artık, bunu ne o ne de biz istiyoruz. Bize çok fazlaya mal oldu bu durum, ve siz yurtdışından duruşmalara gelip gidenler de epey masraf ve enerji harcıyor. Gelin buna bir son verelim. Tüm bu münakaşanın ardında başkaları var, kendimizi kandırılmış ve aşağılanmış hissediyoruz. Yorulduk artık, lütfen metropolite rica et bizimle gayriresmi görüşsün, aracı ol.
-Evet ama, en son dört nisan günü manastıra karşı tekrar tanıklık etmişsiniz, duyduklarıma göre manastıra karşı yeni suçlamalar ileri sürmüşsünüz, yanlış mı?
-Hayır, doğru. Ama biz değiliz. Biz, oyundaki piyonlar misali kullanılıyoruz.
Manastıra ve hristiyanlığa karşı daha önce nerdeyse bağnazca açıklamalar yapan muhtarları, şimdi böyle birtakım şahsi trajedilere maruz kalan yorgun bezgin, kandırılmış ve bastırılmış köylüler gibi görmek beni etkiliyor. Tüm bu olayların nasıl başladığını ve hangi güçlerin onları bu davaları sürdürmeye manipüle ettiğini anlatmaya hazır bir duruma gelmişler sanki.
Akşam sözümü tutuyorum ve olanları metropolite anlatıyorum. Bana, köylülerin uyuşmazlığı çözmek istediklerini söylemeleri ilk kez değildir bu, ancak söyledikleri sözleri tutmuyorlar, cevabını verdi. Anlaşılan o ki, işin hukuki süreçte sonuçlanmasını ve mahkeme kararıyla çözüme kavuşmasını bekliyor. Duruşma oturumundan sonra katılımcılara bir açıklama yapan manastırın avukatı da, ola ki manastır Ankara’daki yüksek mahkemede de kaybedecek olursa eğer, davayı Avrupa mahkemesine taşıyacaklarını duyurdu. Türkiye daha önce de Ermeni ve Rumlar’ın açtıkları buna benzer davalarda mahkum edildi. Ancak hiç kimse işin Ankara’daki yüksek mahkemeye veya daha ötesine gitmesinden yana değil, bunun Midyat’ta en yakın zamanda çözüme kavuşmasını istiyor.
Yirmi dört nisan cuma günü eve dönüyorum, bağrında yaklaşık yirmi bin Süryani’yi -ki Asuri ve Keldani adıyla çağrılmayı da benimsiyorlar- barındıran memleketim Södertälje’deyim. Akşam haberleri izliyorum. Obama sözünü tutuyor ve konuşmasında hristiyan katliamından söz ediyor. Ne var ki, buna katliam demedi ancak ”sadece” Ermeniler’in kıyım ve tehcirinden bahsetti. Her şeye rağmen sanırım Süryaniler dünya çapında, bir Amerikalı başkan katliamı yıldönümünde andığı için hoşnut oldu. Biz de aile evimizde bir mum yakıyoruz. Televizyondan öğreniyorum ki, metropolit Samuel Aktaş tapu dağıtım töreninde konuşmak için davet edildi, konuşmayı Mor Gabriel manastırının avukatı Rudi Sümer sundu.
Aile evimizde bilgisayarın önünde oturuyorum ve uzun zamandan beri paylaşmak istediğim kısa bir hikayeyi yazmaya başlıyorum:
Adı Meyyo idi, Meryem’in kısaltılmışı. Tüm akrabaları –baba tarafından- dört küçük kız hariç, acımasızca öldürülmüştü. Babasının ticaret ortağı olan Hacı Salmo, onu akrabalarının çoğunlukta barındığı mahallenin bir arka sokağında terkedilmiş bulduğunda, yalnızca altı aylıktı. Mahallenin çeşmesinin yanıbaşında yerde uzanmış ağlıyordu. Bebeği aldı, ceketinin altında sakladı ve atına binerek onu Estel’e, müslümanların oturduğu Midyat kesimindeki kendi evine götürdü.
Üç ay gibi bir zaman sonra, o günlerde Midyat’ta oturan Mardinli kasap Hasan Hazuz, sığır kesmek için Hacı Salmo’nun evine geldi. Müslümanlar, bir başka müslüman tarafından kesilmeyen eti yemezdi, onun için Hasan Hazuz Midyat’a taşınmıştı. Kasabanın müslüman kasabı ölmüş ve yeni birini bulamamışlardı. Sığır kesildikten sonra, Hacı Salmo, Hasan Hazuz’a bir ricada bulunmuş. Acaba dokuz yaşlarındaki bir kız bebeğini, Midyat’taki akrabalarına götürebilecek miymiş! Bebeğin hristiyan olduğunu ve ölmüş olan iş ortağı Şae Gunduro Melke Mire’nin kızı olduğunu söylemiş. Katliamdan (Seyfo) kurtulan az sayıda hristiyanın arasında, bu bebeğe akraba olan dört adam varmış. Hanne, İsa, Duve ve Aho Kino Melke Mire, anne tarafından onun kuzenleriydi. Hasan Hazuz, Hacı Salmo’ya kızı akrabalarına teslim edeceğine dair söz verdi.
Yaklaşık üç ay sonra Hacı Salmo, öldürülen Şae’nin ardından yeni ortağı olan Aho’yu ziyaret etti. Hacı Salmo, ticaretten elde ettikleri karı paylaşmak için gelmişti. Aho, Hacı Salmo’yu ne görmek ne de ondan kar payını almak istemiş. Ne de olso, Hacı’ya ve tüm müslümanlara olan güveni kalmamıştı. Aho, Hacı Salmo’ya bu tepkiyi şahsi almamasını ve katliamın yaralarının çok derin olduğunu söyledi. Hacı Salmo buna gücendi, küçük Meyyo’yu kurtarmıştı ya. Onu evinde korumuş ve akrabalarına göndermişti. Aho ve kardeşleri bunu duyunca şaşakaldı. Meğerse kasap Hasan Hazuz, Hacı Salmo’yu aldatmıştı. Hacı, doğruca kasabın evine koştu, ona iyi bir dayak attı ve Meyyo’yu geri aldı. Bebek, bir yıl ve bir ay olmuştu. Aho, Meyyo’yu kurtardığı için Hacı Salmo’ya teşekkür etti ancak ne var ki, iki kesim arasında gelecek günlerde işbirliğinden bahsetmek söz konusu değildi artık. Hristiyanlar ve müslümanlar artık birlikte iş ortaklığı yapamazlardı.
Meyyo’nun kızkardeşi Warde, ilkin Adana’ya sürüldü, sonra da İskenderun’a ordan da en son Beyrut’a sınırdışı edildi. Warde ondört yaşlarındaydı o zaman. Birkaç yıl sonra, katliamdan kurtulan biriyle evlendi. Eşi, Anhıl kökenliydi, Midyat’a en yakın köylerden biri. Yirmi yıl aradan sonra ikisi Midyat’a ziyarete geldiler. Kendi öz kardeşi Meyyo’nun sağ salim kurtulduğunu ve hayatta olduğunu Anhıl’da öğrendi. Meyyo, Favlus ile evliydi o zaman. Bir diğer kızkardeş olan Kıtso da kurtulmuştu. Şimdi Suriye’deydi. Sıkke adında onlara kuzen olan dördüncü bir kız da kurtulmuştu. İyi gelirli Gunduro ailesinden dört kişi, öyle veya böyle, sağ salim kurtulmuştu. Dördü de kız.
Meyyo’nun babası Şae, tarih kitaplarında kahraman diye geçer. O ve kardeşi Illo (Eliyas), en acımasız müslüman cellatlardan birini öldürmüşler. Aynverd köyünde daha sonra savunma yapan ve birçok hristiyanın kurtulmasını sağlayan insanlardan biriydi Şae.
Gunduro Melke Mire ailesinin çocukları Bulgaristan’da eğitim görmüştü.
Benim babam uzun bir süre Hacı Salmo’nun berberliğini yaptı. Hacı Salmo öldüğünde ben on yaşlarındaydım. Ben, Meyyo’nun birçok torunlarından biriyim, kızkardeşim Meryem (Maria) onun adını taşıyor.
Daha önce de söylediğim gibi bu yeni bir dönem. Şimdi kan akmıyor, şimdi toprak müsadere ediliyor. Ve tam da yasal bir şekilde.
-Elimizdeki en son şeyi kaybetmek için yeni yasalar çıkarmışlar. Bu uygulamalar katliamın bir uzantısı gibi sanki, diyor, Midyat’ta yirmi yıldır işlenmemiş diye devletin el koyduğu babasından kalma toprakları geri almaya çalışan Almanya’dan bir vatandaş.
Üç hafta önce, son durak olarak Türkiye’ye uğrayan başkan Barack Obama, Avrupa gezisini tamamladı. Bu bir işaretti. Ülkeyi bir AB üyesi olarak görmek istiyor. Bu da, hala orada kalan az sayıdaki hristiyan topluluklara biraz umut verdi. İsveç başbakanı Fredrik Reinfeldt’de oradaydı, benim orada olduğum günlerde. O da Türkiye’yi AB üyesi olarak görmek istiyor. Her iki hükümet lideri de, Türkiye’nin ilkin azınlıkların haklarının garanti altına alması gerektiğine dikkat çektiler. Türk hükümet partisi AKP, son yıllarda Lübnan, İsrail, Filistin ve Suriye gibi ülkelerde barış sağlanabilmesi için, güçlü bir tavır sergileyerek uluslararası dışpolitika sahnesinde yer almaya çabalıyor. Uluslararası basın kameraları hergün Türkiye’nin başbakanı, cumhurbaşkanı, AB bakanı ve dışişleri bakanı önünde durmadan şakırdıyor. Türkiye yerini aldı. Her yerde Türkiye’nin özgüveninde yeni bir ateşlenme hissediliyor. Amerikalı başkanın ve İsveçli başbakanın konuşmaları ve Türkiye’yi Avrupa’ya daha da yakınlaştırmaya olan ilgileri, ülkeye bir özgüven verdi adeta.
Türkiye’nin uluslararası alanda sergilediği angajmanın, başkan Obama’nın bu ülkeye ilgisinin ve Reinfeldt’in ülkeyi AB üyesi yapma mücadelesinin sahne arkasında kameralar şakırdamıyor. Burada, kamera önündekinden farklı, kirli bir oyun sürdürülüyor. Yılmaz Kerimo, Reinfeldt’e Türkiye’ye gitmeden önce bir soru önergesi verdi. Kerimo, başbakanın Türkiye hükümetiyle yapacağı oturumda, manastırın toprak sorununu ele almayı düşünüp düşünmediğini sordu. Dışişleri bakanı Bildt soruya cevap verdi:
”İsveç ve AB, tüm bu soruları Türkiye’yle ele almak istiyor. Mesela İsveç, Mor Gabriel davasını en çok gündeme getiren ülkelerden biri olarak kalacak. Türk hükümetinin temsilcileriyle farklı düzey ve bağlamlarda yapacağımız oturumlarda, AB üyeliğinin mümkün olabilmesi için ülkenin azınlık haklarına ve diğer haklara tam saygı göstermesi gerektiği konuları üzerinde sıkıca duracağız. ”
Dünyanın en güzel ülkelerinden biri için umut var belki. Bunu gerçekten de umut ediyorum. Ancak herşeyden önce, Mor Gabriel rahat bırakılmalı ve toprakları ellerinden alınan Turabdinliler’in uğradığı haksızlık giderilmeli. Hürriyet gazetesine göre, Türkiye başbakanı Recep Tayyip Erdoğan da, Mor Gabriel davalarını büyük ilgiyle takip edeceğini söylediği belirtiliyor. Ben de, şakırdayan kameraların arkasında olup bitenleri araştırmaya devam edeceğim.
_____________________________
İsveççe’den Türkçe’ye çeviri: Simon Taştekin
Güncelleme Tarihi: 27 Mayıs 2009, Fotoğraflar: Renkler Solmasın Kültürler Kaybolmasın