Tarihte birçok kez katliama uğramış olan Yezidiler, yaşadıkları bütün katliamlara, zulme ve aşağılamalara rağmen, 80’li yıllara kadar Anadolu topraklarına renk vermeye devam etmişler fakat daha sonra Avrupa’nın yolunu tutmak zorunda kalmışlar. Paylaşılmış bu acı ve travma kendini nesilden nesile aktarmış, dilediğince yas tutma şansına bile sahip olamamış
Yezidiler.
Kùre min ev ne welate meya. Emè rojekè vegerin Kiwexè, cihè qalèn xwe. (Oğlum bura bizim vatanımız değil, bir gün Kiwex’a atalarımızın topraklarına geri döneceğiz.)
Annemin bu sözleriyle birkaç sene teselli bulabildim. Yola çıkmadan önce bana ve üç erkek kardeşime Midyat’tan yeni takım elbiseler almıştı amcam. İçlerine de naylon gömlekler. Öyle ya İstanbul’a oradan da Almanya’ya gidecektik. Otobüse binecektik, uçağa binecektik. Misafir olacaktık bir yola, bir şehre, bir ülkeye. Ona uygun giyinmeliydik. Dedemden bana kalan bir hançer vardı. Onu evin biraz üzerinde hiç kimsenin bilmediği, benim keşfettiğim kayalıkların içindeki gizli bir oyuğun içine sakladım. Dönünce kolay bulabilmek için. Evimizi her şeyiyle orada öylece bıraktık. Gözüm köyün ortasındaki incir ağacında, aklım hançerimde, gönlüm Kiwex’ta yola çıktık.
Yolda annem hiç konuşmadı. Türkçe bilmiyordu. Sorun çıkmasın istedi. Babam askerde olduğu yıllarda Yezidi olduğu için bir subay tarafından dövülmüş ve engelli olarak yaşamını devam ettirmek zorunda kalmıştı. Yolda en çok zorlanan o oldu.Annem için yaşam Kiwex ve Midyat’ tan ibaret olduğu için, başka yerlerde başka iklimler olabileceğini düşünememişti. Soğuktu. Elbiselerimiz yeni ve inceydi. Annem dövmeli elleriyle, yüzüyle ısıtmaya çalıştı bizi. Tütün kolonyası,mola yerlerinin insanın içini karartan parlak ışıkları, ‘Midyat’tan İstanbul’a gitmekte olan...’ diye başlayan anonslar,karın ağrısı, istifrağ kokusu,topuklu ayakkabılar, renkli dudaklar, bir Alman polisin odasındaki ilk uykum ve mülteci yurdu... Ve bütün bu yaşanmışlıklara eşlik eden o kirli sarı duygu: Korku.
Elbiselerimi annemin her gün ağlayarak tekrarladığı o ‘bir gün’ için sakladım. Sonra o günün hiç gelmeyeceğini anladım.Geriye dönüş yoktu artık. O elbiseyi hala saklarım. Kim bilir bir gün biri çıkar bir müze yapar köyde, ben de o elbiseyi veririm.
YEZİDİLERİN KADERİ
Eski kimliklerin din hanesi bölümünde ‘X’ ya da ‘0’ ile ifade edilen dine mensup insanlar... Dualarını güneşe dönerek okuyan, şeytana (yazıda geçen şeytan kelimesi için bütün Yezidilerden özür diliyorum) taptıkları gerekçesiyle senelerce zulüm görmüş, topraklarını terk etmek zorunda bırakılmış, bir gün geriye dönebilmek ümidiyle yaşayan insanlar...
‘Yezidi’ ya da ‘Ezda’ Kürtçede ‘beni veren’, başka bir deyişle ‘yaratılmış olan’ anlamına gelir. Yezidi olunmaz, doğulur. Sonradan Yezidi olmak kati suretle mümkün değildir.
Yezidiler güneş doğarken ve batarken, dualarını yüzlerini güneşe dönerek ettikleri, ateşi ve güneşi kutsal buldukları için ‘ateşperest’ olarak bilinirler. Oysa bu yanlış bir inanıştır.Yezidiler Xweda’ya inanırlar. ‘Xweda’ Kürtçede ‘kendini yaratmış olan’ anlamına gelen Allah’tır. Allah kendi ateşinden, evreni ve insanı yaratması için Tausi Melek’i (Melek Tavus) görevlendirir. Bu yüzdendir ki Tausi Melek en kutsal melekleridir Yezidilerin. Tarihte birçok kez katliama uğramış olan Yezidiler, yaşadıkları bütün katliamlara, zulme ve aşağılamalara rağmen, 80’li yıllara kadar Anadolu topraklarına renk vermeye devam etmişler fakat daha sonra Avrupa’nın yolunu tutmak zorunda kalmışlar. Irak, Suriye, Rusya, Gürcistan, Ermenistan, Türkiye ve Avrupa’nın birçok kentinde yaşayan genç, yaşlı hangi Yezidi ile konuşsanız,toplum olarak yaşadıkları acıyı anlatacaktır size. Paylaşılmış bu acı ve travma kendini nesilden nesile aktarmış, dilediğince yas tutma şansına bile sahip olamamış Yezidiler. Yaşanan travmaların ardından kimliklerini ayakta tutabilmek için geleneklerine daha da sıkı sarılarak, dışarıya olan öfkelerini içlerine kusmaya başlamışlar. Bu yüzdendir ki biribirlerini acımasızca cezalandırabilmekte, inanmadıkları, güvenmedikleri, benimsemedikleri feodal sisteme sıkı sıkıya bağlanarak, kendilerini etraflarına çizilmesinden en çok korktukları o çıkışı olmayan çembere hapsetmektedirler.
KİMSESİZ KÖYE ZİYARET
Geçmişine değil ama geleceğine eşlik edebilme şansına sahip olduğum sevgili eşimin hikâyesiyle başladım yazıma.2007 yılının yazında o masalsı köyü, ‘Kiwex’ı görmeye gidiyoruz birlikte. Köy terkedilmiş bir Yezidi köyü. Yeni ismi ‘İslam Köyü’(!).Köye girişte önce hareketsiz kalakalıyoruz. İnsansız bir köy. Birkaç sinek vızırtısı dışında hiçbir ses yok. Ölüm sessizliğini çağrıştıran bir sessizlik. Ne süt sağan kadınlar, ne tarlaya giden erkekler, ne kavun karpuz tarlalarının kokusu, ne çocuk sesleri, ne de yüzleri dövmeli yaşlılar var köyde. Yüreğimizde sükûnetin yarattığı korku ve acıyla evlerine yöneliyoruz. Yirmiüç yıl sona ilk kez açmaya çalışıyor evinin kapısını. Kapı açılmıyor. Evin kapıları, pencereleri tahtalarla dışarıdan çivilenerek kapatılmış, önünde otlar büyümüş. Taş evin üzerinde bir alana çıkıyoruz. ‘Burası lìwan’ diyor. ‘Yaz geceleri burada uyurduk. Buradaki kadar çok yıldızı bir arada bir daha hiç görmedim. Doğrusunu istersen, buradaki kadar huzurlu uyuduğumda hiç olmadı ömrümde’ diyor gözleri dolu dolu.
ÖLÜLERİ KİM BEKLEYECEK
Bir ara evin üzerindeki kayalıklara tırmandığını görüyorum. Mayın olur korkusuyla iyiden iyiye korku sarıyor bedenimi. Birazdan gözlerinde hüznün ıslaklığıyla iniyor aşağıya. Hemen anlıyorum, hançer yok yerinde. Yerinde olmayan daha nice şey gibi.
Ölenler ölmeyenlerin ziyaretini beklerler dünyanın her yerinde. Kiwex’ta ölülerin bekleyeceği kimseleri yok. Gözümüz köyün ortasındaki incir ağacında ve altındaki sahipsiz mezarlarda, elimizde birkaç Kiwex inciriyle yola koyuluyoruz. Güneş yapayalnız kalıyor ardımızda. Ona yüz çevirip dua eden insanları yok artık.
* Uzman Psikiyatr / bmukus@yahoo.com ; Fotoğraflar: kiwex.com
*YEZİDİLER ... RÜZGÂR... Ve YALNIZLIK...
Hüseyin Elçi
KİVAĞ KÖYÜ
Şimdilerde, hiçbir Yezidinin yaşamadığı Kivağ(Mağara) köyü, şimdiki adıyla İslamköy, Midyat-İdil karayolundan 1 km içerde. Köy meydanında, eşiyle gezinti yapan köyün öğretmeniyle karşılaşıyoruz. Marmara depreminden sonra Mardin'e tayin istemiş. Köyde henüz yeni sayılır. Köyün muhtarını soruyoruz. Bizi pencereden gören muhtar ve tümü korucu olan köylüler seğirtip geliyorlar. Ziyaret sebebimizi açıklıyoruz yine. Onlar, hangi kanaldan geldiğimizi, izin alıp almadığımızı soruyorlar. Biz, televizyoncu veya gazeteci olmadığımızı, yalnız fotoğraf çekeceğimizi, bunun için izne gerek olmadığını anlatıyoruz. "Serbestsiniz" diyor. Gezimize önce köyün mezarlığından başlıyoruz. İlginç mezarları var Yezidilerin. Mezarın üstü kubbe ve sarık görüntüsü karışımı bir gölgelik yapılmış. Köydeki Yezidiler, 1990-1991 yılları arasında, bilinen nedenlerden dolayı köyü hızla boşaltmışlar. Tümü Avrupa’ya gitmiş. İsveç, İsviçre, Belçika, Hollanda ama en çok da Almanya'ya. Köydeki Müslüman Kürtler ise, Yezidilerin, köyü boşaltmalarından sonra, yaya olarak 2 saat uzaklıktaki bir köyden gelip yerleşmişler. Hemen hepsi korucu. Köyün bulunduğu yamacın tepesinde de karakol var. Bu köyden olan Yezidiler, hala cenazelerini Avrupa’dan uçakla İstanbul'a gönderiyor; köyden birilerine de bir miktar para vererek ölülerini kendi köylerindeki mezarlıklarına gömdürüyorlar. Köyde ise cami yok. Fotoğraf seremonisinden sonra, bir korucunun evine kahve içmeye gidiyoruz. "Türk Kahvesi" fincanlarından, nescafeye bol miktarda katılmış koyun sütünden sütlü kahvelerimizi içiyoruz. Korucular, ortamın sakin olmasından kendilerinin de memnun olduklarını, eskisi gibi gece nöbetlerinin olmadığını ama koruculuk kalkarsa ne yapacaklarını kendilerinin de bilmediğini, muhtemelen İzmir, İstanbul gibi kentlere gidip inşaatlarda işçilik yapmaktan başka çözümlerinin olmadığını anlatıyorlar. Ya da kaçak olarak Avrupa’ya... Ama Irak'a ambargo kalkar da Habur kapısı açılırsa; o zaman bayram ederiz diyorlar. Çünkü, daha önce de köylülerin çoğu tankercilik yapıyormuş.
Yezidilerce Kivağ, eski adıyla Mağara, yeni adıyla İslamköy'ü ve ilginç Yezidi mezarlığını geride bırakıp geceyi geçirmek üzere Midyat'a dönüyoruz. Ben de hep uzak bir yalnızlık duygusu uyandıran Mor Gabriel Manastırına vardığımızda ikindi vaktiydi. Yıllardır gidip geldiğimiz Mor Gabriel'deki güleryüzlü dostlarımızı, bir kez daha görmenin sevinci var içimizde.
Sabah kahvaltısından sonra yönümüz Mızizah'a (Doğançay) doğru. Mızizah, Midyat'a 4-5 km uzaklıkta. Birkaç Süryani aile ile birlikte Kürtlerin de oturduğu bir köy. Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkan Ali Bate isyanının önderlerinden Ali Bate'nin de köyü. Köyde büyük bir konakları var. Görkemli konaklar ve duvarları taş işçiliğinin güzel örneklerini sergileyen büyük geniş avlulu iki katlı evleriyle hayalet köyü görünümünde Mızıza. Bejan Matur'un Rüzgar Dolu Konaklar isimli şiiri geliyor aklıma. Korunmasız, terkedilmiş, yıkık dökük evler... Kilise ve konaklarla başlayan geziyi, Süryani ve Kürt çocuklarının yüzlerindeki mazlum bakışlar tamamlıyor. Almanya'da yaşayan bir bayanın bize ikram ettiği kolayı içip fazla oturmuyoruz. Eskiden çay ve ayran ikram edilirdi. Şimdilerde ise nescafe ve kola... Herşey ne kadar da değişiyordu.
XIRABİYA KÖYÜ
Genç bir kızdan yakınlarda bir yezidi köyünün olduğunu, hala bir kaç ailenin yaşadığını öğreniyoruz. Midyat'a dönmeyi düşünürken güzergâhımız değişiyor. Yeni bir köyü, yeni bir bölgeyi, yeni insanları keşfetmiş olmanın heyecanı ve sevinci içindeyiz. Yapılan tarif üzerine stabilize yoldan ilerlerken, karşıda bir tepenin yamacına yaslanmış, büyük bir köyle karşılaşıyoruz. Büyük bir kısmının boş olduğunu uzaktan görünce bile farkettiren köyde hayat belirtileri de var. İplere serilmiş çamaşırlar, farkedilen kadınlar ve çocuklar, hayvan sesleri... İşte Xırabiya... Resmi adıyla Yenice. Yani bir yezidi köyü...
Köyün girişinde aracı durdurup bizi karşılayanlarla selamlaşıyoruz. İlk anda yerlileri olmadıkları anlaşılıyor. Büyük koyun sürüleriyle, kışın gelip bu sıcak bölgede konaklayanların, baharın gelmesiyle Van civarına Süphan'a, Tendürek'e çıkan Bitlis'li göçerler olduğunu öğreniyoruz. Köyde 6-7 göçer aile yaşıyor. 70-80 hanelik köyde yalnızca 3 ev Yezidi kalmış. Yani 6 yaşlı insan. Bunlardan biri köyün muhtarı. Her köyde olduğu gibi önce muhtara uğruyoruz. Ancak yazıya odun kesmeye gitmiş olduğundan görüşemiyoruz. Yaşlı eşi, sevinç ve telaşla karşılıyor. Türkçe bilmediğinden biraz zor anlaştığımız Kürtçeyle iletişim kuruyorum. Israrla yemek ve çay ikramında bulunmak istiyor. Kim olduğumuz, nerden geldiğimizi merak ediyor. Bütün çocuklarının, gelinlerinin, torunlarının yaşadığı Almanya'dan gelmiş olabileceğimizi ümit ediyor. Belki onlardan bir selam... Ya da hal-hatırını soracaktı... Biz ise mal bulmuş mağribi gibi fotoğraf derdindeyiz. Tabi ki istediğimiz kompozisyon olmuyor. Yaşlı kadın hazırolda durur gibi poz veriyor. Evin içine şöyle bir göz atıyoruz. Her boyuttan renkli ve siyah-beyaz fotoğraflarla kaplanmış duvarlar. Belli ki özlemin tek avuntusu fotoğraflar. Düz damlı kutu gibi evlerin bulunduğu köyde elektrik yok. Gaz lambasıyla aydınlanıyorlar. Çatışmaların çok sıcak olduğu dönemde köyün yakınındaki elektrik trafosu, gerillalar tarafından tahrip edilince; devlet de, zaten 3-4 ev kalmış köyün elektrik direklerini söküp almış. 1980'den sonra başlayan göç furyası hızla köydekileri azaltmış, 90'ların başında köy bugünkü sayısında kalıyor. 7-8 yıldan bu yana elektriksiz, insansız, televizyonsuz, telefonsuz dahası çocuk sesine hasret yapayalnız bir yaşamla baş başa kalmışlar;kışın gelen göçerleri saymazsak. Muhtarın evinden çıkıp başka bir eve, Yusuf amcayla karısının yaşadığı eve gidiyoruz. Gezdiğimiz iki evde de yerde kirli bir kilim, dağınık toz toprak içinde eşyalar, yoksul ve acılar içinde bir yalnızlığın boğuntularını hemen hissediyorsunuz. Duvarda tavuskuşlu bir duvar halısı. Yezidilerin, tövbe edip Allah tarafından affedildiğine inandıkları şeytana, Meleke Tavus diyorlar. Şeytan lafı, onlar tarafından ağır bir hakaret olarak algılanıyor.
Köyde daha çok fotoğraf çekmek derdinde olduğumuzdan çay ve yemek ikramını reddediyoruz. Dahası o yoksulluğun iç burkucu görüntüsü, yemek yememizi engelliyor. Ancak 1 yıl önce Almanya'daki çocukları tarafından gönderilen ve hiç kullanmadıkları, poşetinden bile çıkarmadıkları nescafeyi nasıl pişireceğini bilmeyen Yusuf amcaya, bizimle dolaşan Bitlis'li göçer yardımcı oluyor. "Çay gibi demleniyor mu" diye sormuş Bitlis'li göçere. Hüzünlenip yutkunuyorum. Elim makinaya gitmiyor. Canım fotoğraf çekmek istemiyor. O loş ışıkta saatlerce o iki yaşlı insanın yüzüne, ellerine, gözlerine bakmak, yüreğindeki sancıları duyumsamak, dinlemek, anlamak isteği duyuyorum o an. Yoğun bir duygu fırtınası kaplıyor içimi. Çocuklarının 20 yıldan beri hiç gelmediğini, yalnızca zaman zaman Midyat'tan telefonla görüştüklerini anlatıyor. Köyün ulaşımı da sorunlu. Köyden geçen araç yok. 2 saat yaya yürüyerek minibüsün geçtiği yola ulaşıyorlar. Ama yaz-kış çoğunlukla ulaşımlarını eşekle yapıyorlar. Kreması da bulunan nescafemizi içip bir kayanın yamacında güneşlenen üçüncü Yezidiye ulaşıyoruz. Uzun posbıyıklarıyla, simasına memleketimden (Tunceli'de) hiç yabancı olmadığım amcayla selamlaşıyoruz. Onunla da Kürtçe anlaşabiliyoruz. Eşi yakındaki bir köye gitmiş, tanıdıklarına... Daha suskun, daha durgun biri. Fazla konuşkan değil. Biraz da hasta. Belki de yaşadığı acılara daha fazla dayanamıyor, el açıp dileniyordu ölüme "Ölüm, azıcık toprağından versene!" Uzun beyaz elbiseli amcayı, Bitlis'li göçerleri, Xırabiya'yı, ürkütücü yalnızlığını, bir toplumun trajedisine tanıklığımızla geride bırakıp yine tarifle içinde hiç insan yaşamayan, başka bir yezidi köyüne yol alıyoruz.
TAKA KÖYÜ
Bütün evlerin kapı ve pencere pervazları sökülmüş, bir yalnızlık abidesi gibi duran Taka(Oyuklu) köyü bir tepenin üstüne kurulu. Etrafı, tümüyle izleyebiliyorsunuz.
Sıcak, güneşli bir bahar günü esen ılık yelin esintisinde evlerin arasında boş mermi kovanlarını ve kesilmiş elektrik direklerinin toprakta kalan kısımlarını görüyoruz. Uzaktan köye doğru yayılan koyun sürüsü ve çobanı... Onlar da olmasa köyde çıt yok. Suskun doğanın dingin atmosferine dalıyoruz. Evlerin arasında gezerken köyde yaşanmış olan anıları, sevinçleri, acıları, şenlikleri, ölümleri, yasları, düğünleri, kavgaları, sesleri, komşuluk ilişkilerini, bağbozumlarını, mevsimleri, özlemleri düşünüyorum.Köyün kapı ve pencereleri olmayan ilkokulunun duvarına yeni yazıldığı anlaşılan "Ne Mutlu Türküm diyene" yazısını... Rüzgâr dolu evleri... Bir de artık "Orda bir köy yok uzakta" dizesini... O coğrafyanın yürekleri ve tarihleri yaralı halkını, tutkun oldukları bu topraklardan kopardıktan sonra, ne anlamı kalıyor o hamasi nutukların.
Sigaralarımızı yakıp uzun süre hüzün veren o yalnızlığı izliyoruz. Vakit tamam deyip yola koyulduğumuzda yönümüz bu kez bir Süryani köyü olan Ayınvert'e (Gülgöze) doğru...
Nisan 1999 (elcihuseyin@hotmail.com)
* Yezidiler...Rüzgâr... Ve Yalnızlık..., Hüseyin Elçi'nin DİFOG (Diyarbakır Fotoğraf Grubu) olarak 1996-2000 yılları arasında , "Anadolu'nun Solan Rengi: SÜRYANİLER" konulu fotoğraf çalışması için Midyat'a bağlı köyleri dolaşırken edindiği izlenimlerinden Kivağ ( Kiwex,Mağara), Xırabiya (Yenice) ve Taka (Oyuklu) isimli Yezidi -Kendilerini Ezidi olarak isimlendiririrler- köyleri ile ilgili alıntıdır. Daha önce sitemizde yer veremediğimiz alıntıyı bu fırsatla sizinle paylaşıyoruz.
Üçüncü Fotoğraf: Ayaz F. Pınar, Dördüncü Fotoğraf :Atilla Durak
Güncelleme Tarihi: 7 ocak 2009