Geçtiğimiz günlerde
Avrupa Birliği, Türkiye ve Asuri/Süryani Göçü Sempozyumu
(26–27 Mayıs 2005 / İstanbul) başlıklı programı alınca konuyla ilgili tanıklıklarımı paylaşma ihtiyacı hissettim. Oysa bu sempozyum daha önce Ekim ayında yapılması planlanmıştı. Ancak devletin görünmeyen eli sempozyumu iptal ettirmiş ve bu sempozyum nihayet geçtiğimiz günlerde yapılabilmişti.
Resmi ideolojinin Nihal Atsız'ın öğretisini vatandaşa benimsetmeye çaba gösterdiği “
Ermeni paranoyası” ya da düşmanlığı öyle bir hal aldı ki;”Ermeni dölü Apo” küfürü en meşhurlarıydı. Yıllarca birlikte yaşanılan diğer halklara çeşitli dönemlerde haksızlıklar yapıldı. Bunun en büyük nedeni dinseldi. İnançları, dilleri, kültürleri bize
benzemiyordu. Onların Paskalya ve Noel bayramları vardı. Hıristiyan
ciranlarımız olan Ermeni ve Süryanilere kimi yerde “
Fılle” kimi yerde “
Gavur” diyerek onları küçümsedik, aşağıladık, dışladık göçe(r)tmeye zorladık, bağ ve bahçelerine el koymanın yollarını aradık.
Her kentte köyde kasabada böyle olmadı kuşkusuz. Hala günümüzde en iyi örneğini
Antakya'da görebileceğiniz farklı inanç ve kültürlere tahammül etmenin güzel ve örnek modeli yaşamakta/yaşatılmaktadır. Ama yaşadıkları topraklardan kaçmanın/göçmenin bir nedeni devletin resmi ve gayriresmi baskısı ve göçertmesi ise diğer nedeni de onları dışlayan ve aşağılayan bir inanç sisteminin ve feodal örgütlenmenin getirdiği baskı idi. Bunu inkâr etmenin anlamı da, bizi temize çıkaracak bir yanı da yok. Kimi yerde çokça “Eskiden bizim de Ermeni/Süryani komşularımız vardı, çok iyi geçinirdik, çok iyi komşuluk ilişkilerimiz vardı” demek artık karın doyurmadığı gibi diasporaya savrulmuş olanlara da artık birer
maval olarak geliyor. Onlar da haklı olarak “Her şey bu kadar güzel idiyse biz niçin buradayız?..” Kendimizle yüzleşmek tam da bu noktada önem kazanmaktadır. Oturup salt geçmişin özlemi ve anılarında(
nostaljisinde) yaşamak dünü geri getirmediği gibi yarına da bir şey katmıyor. Bunun için biraz hayatta yaşanmış örneklerle somutlaştırmak gerekir.
Hamasi cümlelerle hayattaki realite örtüşmüyorsa -ki örtüşmüyor- orda ciddi bir algılama ve enformasyon eksikliği söz konusudur.
Adıyaman'ın
Gerger ilçesi'ne bağlı tek Süryani köyü olan
Venk köyünde çalıştığım yıllarda köyde üç kesim vardı. Birinci ve en kalabalık grup “
dönmeler” denilen kesimdi. Yani aslen
Süryani olup Müslümanlaşanlardı. Çoğunun adları Ramazan'dı ve
zazaca konuşuyorlardı. Hiç biri Süryaniceyi bilmiyordu. İkinci grup has zazalardı. Köydeki Süryaniler zaman zaman civar köylülerin baskılarına maruz kalınca Siverek'teki Bucak aşiretine gidip yardım istiyorlar. Bucak aşiretinden birkaç ev; Süryanileri, diğer köylülere karşı korumak amaçlı köye yerleştiriliyorlar. Bu grup o dönemden kalma. Üçüncü ve en az grup ise
hala Hıristiyan kalmada direnen kesim.
3 ev kalmışlardı. Psikolojik ve fiziki olarak müthiş bir
baskı ve
kuşatma altındaydılar. Çok güven duymadıklarında yaşadıklarını paylaşmazlardı. Ve bu kesime en büyük baskı “
dönmeler”den gelirdi. Öyle ki kendilerinin ne kadar has Müslüman olduğunu göstermek ve kendilerini ispat etme gereği duyarlardı. Fazilet partisi Gerger ilçe teşkilatını da bu kesim kurmuştu.
1997 yılının Şubat ayında İstanbul'dan gelen 2 turizmci arkadaşla bölgeye yapacakları turlar için ön gezi yapmak için gittiğimiz Midyat'ta aksam konakladığımız öğretmenevinde kısa sürede tanıştığımız Midyatlı Arap kökenli bir öğretmenle sohbet ediyorduk. Turizmci arkadaşımız "Burada yaşayan Müslüman Kürtler ve Araplarla Süryaniler arasında çokça söylendiği gibi herkes burada kardeş kardeş geçiniyor mu gerçekten. Hiç sorun yok mu? Öğretmen genç biraz düşündükten sonra başını masada duran çayından son yudumunu alıp gözlerini çok uzakta bir noktaya diker gibi konuşmuştu."Hayır doğru değil. Biz Lisede okurken okulumuzda olan Süryanileri her fırsatta dövüyor, eşyalarını alıyorduk. Hıristiyan oldukları için yaptıklarımıza öğretmenler de göz yumuyordu. Hatta bazı öğretmenler teşvik ediyordu. Onların da çoğu okulu yarıda bırakıyor Avrupa'ya gidiyorlardı. Liseden mezun olup Üniversiteye gittikten, bilinçlendikten sonra düşüncelerimiz değişti. Simdi yaptıklarımızdan dolayı çok utanç duyuyorum. Müthiş bir vicdan azabı duyuyorum" diye anlatmıştı gözlerini o uzak noktadan ayırıp derin bir iç çekerken… Yüzünde biriken pişmanlık çizgileri bir gerçeği itiraftan öte anlamlar taşıyordu sanki. Sonra oradaki sosyal kültürel siyasal atmosferi öğrenme merakımıza dair sorularla devam etmişti sohbetimiz.
1999 Mayıs ayında İstanbul'da açtığımız SÜRYANİLER fotoğraf sergisinde daha önce Mardin -Midyat'ta öğretmenlik yapmış bir arkadaşla sohbetimizde bana yaşadığı bir olayı anlatmıştı.
Midyat'ta yaşayan bir Kürt ailesinin oğullarının korucular tarafından katledilmesi sonucu bulunduğu taziyede gencin babası o esnada orada bulunan Süryani misafirlerinin kendisinde çağrıştırdığı bir olayı anımsatır. 1960'lı yıllarda Dargeçit'te bir papazın öldürülmesi üzerine oradaki Süryaniler büyük oranda Dargeçit'ten göç ederler. Giderken de "Biz gündüz gidiyoruz, siz gece gideceksiniz" derler oradaki Kürt komşularına. Yaşlı baba sarma sigarasından derin bir nefes çekip kan çanağı gözlerini Süryani komşularına dikip "onların ahı tuttu" der iç çekerek. O hikayeyi dinleyince gözlerim dolmuş ne kadar önemli bir iş yaptığımız duygusunun övüncünü yaşamıştım.
1992 de Ankara'da okuyan bir üniversite öğrencisi arkadaşım, ortak bir Süryani arkadaşımızın ailesini Diyarbakır'da ziyaret edip “1915'te yaşanılanlar için atalarım adına sizden özür diliyorum” diyor.
Ciranlarımıza özür borcumuz var. Dilemek bizi küçültmez.
Güncelleme Tarihi: 20 Temmuz 2005