İşte bizim halkımızın, insanlığımızın dışındaki adam. Sürekli açlık çekiyor, uzayıp giden o işkence anından başka hiçbir şeyi yok...Hep tek bir şeyi oldu: acıları. Bütün yeryüzünde derdine derman olacak hiçbir şey yok, ne ayağını basabileceği bir toprak nede tutunabileceği bir dal parçası; onun payına, hiç olmazsa tutunacak bir ipi olan sirk canbazından çok daha azı düşmüş. Franz KAFKA |
Tekrar merhaba;
Evet, yaklaşık 8 - 10 yıl önce tanıştığım Süryani kültürü ile ilgili olarak bugüne kadar düşündüklerimi çeşitli vesilelerle anlatabildiğimi sanıyorum, bazen fotoğraflarımla, bazen yazılarımla, bazen de dost sohbetlerimizle. Yıllar önce Süryaniler'i ve yaşamlarını, kültürlerini fotoğraf ile belgelemeye başladığımda, ilk zamanlarda şöyle düşünmüştüm: maalesef ki bu yapı bulunduğumuz coğrafyada yaşayan bir kültür olarak pek uzun süre kalamayacak; o an böyle hissetmiştim. Ve kalbimde bir yandan bu kültürün son anlarını kaydetmenin hüznü ve diğer yanda da belki insanın o içindeki alt benlik yapılarından kaynaklanan sona şahitlik yapacak kişinin ben olacağımın hazzı vardı. Bu bir insan yaşamı için uzun ama aslında milattan öncelere uzanan bu yukarı Mezopotamya'nın en eski kültürü için çok kısa bir süreçti. Şimdilerde artık bu fikirlerimden her geçen an biraz daha uzaklaştığımı hissediyorum. Yukarı Mezopotamya'da yuvarlanırcasına her şeyin kötü gidişi durmuştu sonunda, ödenen ciddi bedeller ve mücadeleler ile. Evet tabii ki Türkiye'de yaşayan Süryaniler ile ilgili doğru politikalar ve doğru tavırlar Turabdin kadrolarından geliyordu ve bir süre sonra da Türkiye aydınının Turabdin'i tanıdıktan sonra yazdıkları gündemi oluşturmaya başlamıştı. Başlangıçta adlarını göremediğimiz Süryaniler artık günlük medyada sık tanımlanmaya ve ülkenin diğer halkları tarafından daha iyi tanınmaya başlamışlardı. Gün geçmiyordu ki bu kültür hakkında bir şeyler yazılmasın.
Pragmatist davrananlar; hak edildikleri gibi yönetilir. Ancak onurlu ve gerekli tepkileri gösterenler, yönetenlere nasıl yönetim istediklerini anlatabilir ve geleceği inşa ederler. Bu süreçte bu kültürün içerisinde her iki politik yolu tercih edenleri de tanıdım ve izledim. Türkiye'nin diğer insanlarındaki gibi; gelinen nokta inandıkları için ve hiçbir çıkar gözetmeden sadece kendi kültürlerinin daha doğrusu kendilerinin yaşayabilmesi için mücadele eden şan, şöhret, para peşinde koşmayanların kazanımlarıdır.
Bürokratik ve statükocu devletin tüm engelleme çalışmalarına rağmen sonunda burjuva demokrasisinin kazanımları olan Kopenhag kriterleri; ülkedeki sivil toplum örgütlerinin, demokratik devlet güçlerinin, gerçek burjuvaların ve onurlu duruşlarından taviz vermeyenlerin sayesinde ülke sınırlarının içerisine taşınmıştı. Bu süreç bize zengin yani parası olan ile burjuva arasındaki farkı bir kez daha gösterdi ve hatta kazandıklarını kaybetmemek için sanal gündemler oluşturan ama aslında ne kültürünü ne kimliğini, ne insan haklarını ve ne de diğer hiçbir şeyi hiç de önemsemeyen insan parçacıklarını tanıttı. Sermaye küreselleşme adı altında sınırları kaldırıyordu tüm coğrafyalarda. Evrensel değerlerde sınırları aşmalıydı, paylaşılmalıydı bu dönemde. Az da olsa sermayenin sınır tanımamazlığının yanında bunu da gördük biz 21.ci yüzyıl Anadolu insanı olarak. Mücadele daha bitmedi ve bitmeyecek de; insanlar yaşadıkları sürece yeni basamakları onurlu insanların daha az korkarak verdikleri mücadeleler ile aşacaklar; çünkü bir fikir mutlaklaştığı andan itibaren insanlık yeni bir üst fikrin peşinde koşmaya başlamış olacaktır. Ve ayrıca ülkemiz için burjuva demokrasisinin bile kurumlaşabilmesi için bürokratik devletçilere ve ulus devletçilere anlatılacak daha pek çok şey var, bu ülkeyi kimin daha çok sevdiğini gösterebilmemiz için yapılacak daha pek çok işimiz var.
Evet bu yaz, uzun bir aradan sonra 30 Ağustos günü tekrar Turabdin'e ve Mor Gabriel Manastırına ulaştım. Kilometreler oralara ,dakikalar saatler üzerinden taşıyordu beni ,eşimi ve yeni doğan kızımızı. Vardığımızda gün ışıkları artık yavaşça Mor Gabriel'i terk ediyordu başka yerleri aydınlatmak için doğudan doğan güneş batıya doğru olan yolculuğuna devam ediyordu ve gecenin karanlığı yavaşça üzerine çöküyordu. Bu saatler yıllarca çok sevemediğim saatler olmuştu Güneydoğuda; başka yerlerde gök yüzünün inanılmaz gruplarını seyretme vakti buralarda yıllarca hep yok oluşlara ve tehlikelere şahit olmuştu. Manastırın dıştaki ana kapısını aşar aşmaz büyük bir şaşkınlık ile pek çok değişik plakalı arabaların bahçede park halinde olduklarını gördüm. Evet Suriye'den, Gaziantep'den, Adıyaman'dan, Mardin'den, İstanbul'dan, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden pek çok araç ve yıllarca her geldiğimde kapısında mutlaka bir ikisini gördüğüm köy minibüsleri park halindeydiler .
Biliyorum, yarın Mor Gabriel günü ama daha önce de bu günlerde çok az insanla kutlamalar yapıldığını hatırlıyorum bu koskoca manastırda. Arabayı park ediyorum, sıkışarak diğerlerinin arasına. Manastırın kapısından elimizde yüklerimizle giriyoruz içeriye, bu sefer tamamen nutkum tutuluyor. Sanki sonunda zaman makinesini Süryaniler keşfetmişler ve bununla yolculuk yaparak geri vatanlarına gelmişlerdi. Koskoca o manastır bile insanları almakta zorlanıyordu, her yerde onlarca genç, orta yaşlı, yaşlı Süryani Kadim, hamarat bir koşuşturmanın içerisinde bir aşağı bir yukarı hareket halindeler. Onlarca yılların özlemi ile insanlar köylerine, mahallelerine, baba evlerine, mezarlarına, kiliselerine koşarak geri gelmişler; diasporada yaşatıldıkları İsveç'ten, Almanya'dan, Hollanda'dan ve Türkiye'de yaşadıkları İstanbul'dan. Ben diyeyim 500 kişi siz deyin 1500 kişi. Akşam yemeğinden sonra Seyyidne Metropolit Samuel Aktaş'ın etrafında koca bir kalabalık ve sohbetlerde , bazen Süryanice bazen Türkçe; yılların biriktirdiği anlatacak onlarca hikayeler birbiri arkasına anlatılıyor. Bir ara parmaklarımı yavaşça kulaklarıma götürüp kapatıyorum kulaklarımı seslere, konuşulanları bırakıp insanlara bakıyorum, dilleri ile anlatamadıklarını yüzlerinden anlamaya çalışarak.
Herkesin yüzünde ve gözlerinde bir yandan gitmiş olmanın mahçupluğu ve diğer yandan gitsek de onlarca yıl gelemesek de unutmadık topraklarımızı demenin mutluluğu. Sanki gerçekten zaman tersine dönmüş ve 1970'lerdeyiz ; Süryani dostlarımızın hala Midyat' ta yaşadıkları yıllar ve sıradan bir 1970 ler akşamı . Gurbette yaşamak onları değiştirmiş ama sadece dış görünüşlerini. Kahkahalar, konuşmalar ve Süryanice ilahiler. İlahiler, daha öncelerde gecenin sessizliğinin duvarlarını tırmaladığı Mor Gabriel Manastırı'nın avlularından taşıyordu tüm Mezopotamya'ya. Sanki haber veriyorlardı dağlara taşlara, kuşlara ve mezarlarına, evet gittik ama içimizde yanan sana olan aşklarımızı ve senin kokunu hala unutmadık, diasporanın soğuk yalnız gecelerinde senin hayallerinle uyuduk ve sabahları sana tekrar ulaşabilmenin verdiği güçle uyandık Turabdin, kutsal topraklar....
Bir süre sonra jandarma arkadaşlar geliyor manastıra, sabahtan beri manastıra doğru olan yoğun trafiğin nedenini sormak için; nede olsa onların da alışık olmadıkları bir durum. İlk dikkatimi çeken sivil olarak gelmeleri, hiç yoktan artık buraları sivil ziyaret etmeyi öğrenmişler diyorum kendi kendime. Soruyor etrafındakileri rahatsız etmeden, kalabalığın nedenini ve durum anlatıldığında bir şeye gereksinimin olup olmadığını soruyorlar. İşte sonunda devlet artık insanını önemsemek durumunda olduğunu fark etmiş, belki bu erken verilmiş bir karar ama yinede birkaç yıl öncesine göre çok daha olumlu bir üslup ve yöntem. Çaylar içiliyor ve özlemler konuşarak ama daha çok bakışarak paylaşılıyor insandan insana, gözlerden gözlere. Manastırda akşamlar çabuk, sabahlar ise erken olur ve akşam yatma zamanı. Bakıyorum yer yatakları tüm manastırın zeminini dolduruyor, evet belki Avrupa'da ki evlerindeki konfor yok ama kimin uğrunda, Turabdin'in binlerce yıldızlı otelindeler, memleketlerinin tam bağrında ve topraklarının kokusunu duyarak üzerinde Anadolu'nun yıldızlarından örtülü bir yorgan altında uykularına dalıyor ve artık görüyorum ki uyuyanların yüzünde sadece o mutlu ve huzurlu anın yumuşaklığı; sanki anasının hoş kokulu memelerinin arasında uykuya dalan bir bebeğin yüz ifadesi. Ben eşim ve kızımız yavaşça herhangi bir insanın üzerine basmamaya çalışarak yatakların arasından dostumuz Yusuf Beğtaş'ın evine doğru sanki onların o huzurlu uykularını incitmemek istercesine parmaklarımızın ucunda gidiyoruz. Bu uykunun kıymetini hissediyorum benliğimde, belki onlarca yıldır uyuyamadıkları kadar rahatlatıcı bir uyku, o uykuyu incitmemeli ve ona zarar vermemeli. Manastırın şirin ineklerinin arasından Yusuf'un evine varıyoruz. Yusuf'un eşi ve çocukları; boynumuza sarılışları ve sıcaklıklarını tüm hücrelerimiz ile hissedişimiz. Evet, birlikte yaşanılan zor günlerin arkasından bu günleri de görmek varmış.Yusuf'un gözleri iki pırlanta gibi gecenin içerisinde parlıyor, yıllardır verdikleri mücadelenin sonucundaki mutluluk bu. Saçındaki telden ayak baş parmağına kadar tüm hücreleri mutlu. Geleceğe dair umutların azalışı durmuş ve hatta artmıştı. Artık her yerde bu kültürün bu coğrafyada solmadan kalacağını ve hatta Yusuf'un dediği gibi bir mozaik değil bir ebru olarak Anadolu'ya ışık saçacağını söyleyebilirdik. Uzaklarda yaşatılsa dahi kültürünü, toprağını, köyünü ve mezarını unutmayan ve geride sadece birkaç bin kalmış akrabasını ziyaret eden bir kültür yok olamaz ve ölemez.
Evet önce bizim kızı konuşuyoruz. Biraz yaşamlarımızı anlatıyoruz ve arkasından ben ve Yusuf başlıyoruz felsefeye, politikaya.Saatler saatleri kovalıyor ama anlatacak o kadar çok şeylerimiz var ki birimize fakat diğer taraftan da sabah kalkılmalı erkenden.Sabah erkenden başlayacak olan ayin kaydedilmeli yarınlara fotoğraflar ile. Birkaç yıl önce sadece onlarca kişi ile yapılan ayin yarın yüzlerce insan ile yapılacak; sonra Allah rahatlık versin diyerek çekiliyoruz odalarımıza.
Sabah kilisenin çan sesleri ile uyanıyorum, evin halkı yorgun ve çoğu uyanma zorluğu içerisinde; makinelerimi kaptığım gibi gidiyorum kiliseye. Kilise akşam ki kalabalığın daha da artmış hali. Her yer tıka basa dolu, bir an düşünüyorum eskiden ne kadar rahat fotoğraf çekebilirdim; kimseye rahatsızlık vermeden. Ama şimdi gerçekten zor, insanlara rahatsızlık vermeden yapabilmeliyim, fakat imkansız. Cemaatin bir kısmı kapıdan bile girememiş. Suriye'den bir metropolit daha gelmiş. Turabdin metropoliti ve bu metropolit birlikte ayini yapıyorlar. Süryani Ortodoks Kadim cemaatin ayinleri, çok sesli ilahiler, açılıp kapanan perdeler ile bana hep tiyatral gelirdi. Ama hep izleyici tarafının az olduğunu düşünürdüm, ancak bu sefer onlarda yerlerini almışlar. İçerideki sesler yine tüm coğrafyaya yayılıyordu. Ayin biter bitmez iki çocuk vaftiz edildi, sanki artık her şey eskisi gibi ve hatta eskisinden de daha iyi olacak gibi geliyordu bana. Biliyorum ki coğrafyanın diğer halkları da Süryanilerin gidişi ile kaybettiklerinin farkındalar artık. Daha geçen sene Diyarbakır'da açtığımız sergiyi gezen yaşlı bir kürt köylüsünün söyledikleri kulaklarımda. Evet azalarak kalmış Süryanileri anlatan fotoğrafların başında oldukça uzun zaman geçirdiğini fark ettiğim yaşlı beyin yanına yaklaştığımda söyledikleri; 'onlar burada iken yaşamımız daha güzel idi'. Bunun benzerini İstanbul sergisinde yaşlı eski bir İstanbullu'dan duymuştum. O, hem ağlıyor hem de ''onlarla sokaklarda oynamıştım ama şimdi yoklar ve her şey daha çirkin ve kötü ''diyordu. Artık yaşanılan kötü günler bir şekilde durmuştu.
1 Eylül ve 'Dünya Barış Günü'. Bu coğrafyaya artık barış geldi ve artık buralar dünlerde yaşanılan o kötü günlere bir daha asla dönmeyecek ve bu coğrafyada artık aşklar, sevgiler, mutluluklar yeşerecek, halklar artık birbirlerine saygı ve sevgi içerisinde kardeşçe bakacaklar. Artık biliyorlar ki öteki yok, beraber yaşadığının acısı aslında kendi acısı; eğer onun acısına kayıtsız kalırsa kendi acısını da yalnızlık içerisinde yaşamak durumunda kalıyor, acısını anlatacağı dostu bile bulamıyor...
Fotoğraflar: Özgür Nizam