Ağustos ayının sıcağında bir öğlen vakti...Elmadağ'da, elimde ayakkabımın düşmüş ökçesi olduğu halde ayakkabı tamircisi bulmak için işyerimin karşısındaki sokaklar içinde dolaşarak etrafıma bakınmaya başladım...Arka sokaklardan birinde oranın sakinlerinden olduğunu düşündüğüm beyefendiye durumu açıklayıp yer sormaya yeltendim ki adam peşisıra gelmemi öneren bir edayla önümde yürümeye koyuldu... Şaşırdım ; bana "şurdan doğru git sağa dön ikinci dükkan'' diye yol tarif etmesini beklerken; kendimi onu yokuş aşağı takip ederken buldum...Nihayet bir dükkana gireceğimize , apartmana girdik!?...
Kısa bir tereddüt ve temkinli takip... Apartmanın bodrum katına doğru yönelen adam, aşağı doğru sesleniverdi...
''-Ohannes Amcaaa..!...Ohannes Amca!...''
Durumu henüz algılayabilmiş değildim ; bir an adamın beni yanlış anlayıp anlamadığını da düşünmedim değil....Aşağıda , daire kapısının gıcırtılı bir sesle açıldığını duydum..Sanki ne vardı da rahatsız ettiniz der gibi bir açılması vardı...Tonton bir sesle girilen kısa bir diyaloğun ardından adam bana aşağı inebileceğimi söyledi... Bodrum katınının nem kokan havasını teneffüs ede ede inerken, merdivenin son kıvrımında nihayet ayakkabı tamircimi buldum...Ohannes Amca...
Zayıfça, gözlerinde kalın camlı bir gözlük , başının yan tarafında kalan saçlarına ak düşmüş , yetmişine merdiven dayamış, kapı eşiğinde ilk anda deli dahi Einstein'ı anımsatan haliyle kapı eşiğinde bekliyordu... Görür görmez kanım ısındı. Nazikçe içeri buyur etti. Evin açık kapısından girmeden önce, etrafı gözleyen kedi gibi ne aradığımı bilmeden sadece kafamı içeri sokup çevreye bir göz gezdirdim. İçerde; çocukluğuma işlediğim tanıdık bir koku...Yeşilköy'de bodrum kattaki evini ziyaret ettiğim yaşlı Mari Teyze'yi görecek gibi hissettim bir an kendimi...
Koridorda sağa doğru ilerleyip içi eski ahşap mobilyalarla dolu bir odaya buyur edildim. Eşyalarla istiflenmiş bir oda... Solda artık antikalaşmış olan geniş bir dolap ve üzerinde artık belki de ses vermeyen eski bir radyo; sağ tarafta da yine ahşaptan yapılmış kare şeklinde, her bir tarafından ayakkabı kalıpları ve çiviler taşmış halde boydan boya çekmeceli alçak masa, üstüne doğru odanın bir köşesinden sarkıtılmış lamba... Duvarlarda siyah beyaz resimler... Bir tanesinde, göğüste çarpraz ip bağlarıyla bağlı vücudu saran dar tişörtler ve şortlarıyla toplu halde poz vermiş bir takımın resmi... İlgimi çeken bir diğerinde ise penaltı atışını kullanan futbolcunun şutladığı meşin yuvarlağın demir direğe yapışmış olduğu an...
İçimde, " acaba gol mu oldu auta mı çıktı?'' merakı...
Resimlere dalmış dururken, Ohannes Amca kapının eşiğinde belirdi.Yandaki ahşap bina yıkılana kadar 50 küsür yıldır çekiç salladığı tamirhanesini geçen yıl bodrum kattaki evine taşımak zorunda kalmış.Doğma büyüme Elmadağ'lı olduğundan sokağın dedesi olarak herkesin hürmet gösterdiği bu dünya tatlısı insana tamir işleri olanları yönlendiriyorlarmış ...Beni de kendisine getiren ,sokak içinde muayenehanesi olan bir diş hekimiymiş meğer. Bu girizgahtan sonra problemimi söyleyip ayakkabımı ,düşen ökçesini çakması için zanaatkar ellere teslim ettim...
Radyonun düğmesi çevrildi...Tepeden sarkan lamba yakıldı...Gün görmüşe benzeyen yorgun tezgahın yanındaki alçak iskemleye beline yeşil çuha bezinden iş önlüğünü bağlayarak oturan Ohannes Amca, işine koyuldu....Yıllarca spor yapmış olmanın dinçliği üzerinde,seri vuruşlarla ökçenin üzerine çekiçi indiriyor kaldırıyor, bir süre ayakkabıyı yoklayıp tekrar bildik melodisini nota gibi işliyordu..Ustanın maharetli ve merhametli ellerini işe henüz başlamış bir çırak gibi izlerken , an be an saygıyla karışık merakımın da çoğalmaya başladığını hissettim...
Az evvel önünde daldığım resme göz gezdirirken "-O fotoğraf benim de ben o değilim artık" dedi muzipçe ...İçimde bir mutlululuk beliriverdi..Kimbilir kırk sene öncesinin zaman tüneline sarkıttığım az evvelki içsel sorumu çoçuksu bir merakla soruverdim.
''-Gol olmuş muydu?'' ...
''- Iskaladık be yavrum!''...
Naftalin kokulu tatlı bir hayıflanma...Çekiç sesi şimdi daha bir tok gelmeye başladı sanki...Bir yanda demir direkte patlayan meşin yuvarlak bir yanda ökçenin meşinine inen demir çekiç...Zamanı tersine çevirmek istermiş gibi...Oysa ki zaman duraksamadan akan bir nehir misali ayakkabının ökçesinin beni hoş bir tesadüfle buraya sürükleyeşiydi..Merakım artınca geçmişten anılar çekmek istedim amcanın hayatından rastgele....Biraz da yakınlık kurmak amacıyla kendimi anlattım ona..Bir an çocuklarını düşünerek nerede olduklarını sordum?..''Onlar da yurt dışında'''ymış...Ortak kaderlerin ‘'- da'' hali..Ülkelere pay edilmiş yaşamlar, hasretlikler, sanki azınlık olmanın yaşam biçimiymiş gibi... Oğullarından biri Kanada'da diğeri Ermenistan'da yaşıyormuş.. ‘'Bizim de arkadaşlarımızın aileleri geçmişte göç ettiler'' diye yazıklanır oldum ki kayıtsızca onaylar halde yarım bir ‘'Hayırlısı'' döküldü dudaklarından; göçü artık kanıksamış bir hali vardı. Dile kolay gençliği ertesindeki yarım asır boyunca onlarca dostu,yakını,akrabayı çoluk çocuğu yolculama tecrübesi...
İşine geri koyuldu...'' Hani azıcık kalmış umudunun da gerçeklerle harcanmaması için kimseye söylemeyen,hayattan umutlu olduğunu belli etmeyen insanlar vardır ya onlar geldi aklıma..Yaşamlarının sonuna kadar saklarlar o umudu harcamamak için acı gerçeklerle,işte bu adam da enerjisini öyle saklamıştı sanki ve yaptığı işe harcıyordu şimdi azar azar ‘' tasvirindeki gibiydi.
Ayakkabının içindeki tabanı yapıştırmak için kullandığı yapışkanın ağzını kapattı. Kokusu ,tütsülemişti sanki anılarını.. Radyo'da çalan ‘'Bir Bahar Akşamı Rastladım Size''nin nağmeleri süzülürken ,doğrulup mukavva bir ayakkabı kutusundan Münir Nurettin Selçuk için yaptığı ayakkabının karşılığında aldığı fotoğrafını gösterdi..İsimlerini hiç duymadığım bestekar Şemsi Yastıman'ları,Şerif İçli'leri andı. Sonra, şimdi artık uzaklarda olan çocuklarının siyah beyaz, renkli fotoğraflarını özenle çıkardı .Belli ki artık beni müşteri gibi değil de misafir olarak ağırlıyordu.Ben fotoğrafları incelerken bir yandan da o geçmişin kültür mozaiğinin renkliliğinde keşke burada kalsalardını terennüm edip, yaşanmışlıklarını hasretle anıyorum bu eski şehr-i İstanbul'un...
Tekrar yerine oturdu Ohannes Amca,dalgın; uhu kokusunun leylasında sanırsınız..Zaman tünelinden geçiyormuşçasına...Demli bir ''Garotza''' (özlüyorum) savurdu ; bir süre susuştuk...Hareket etsem anı deryasını bulandıracağımdan çekindim..Yanı başında okşayacağı sadık bir köpek varmış gibi sol kolu ,alçak tabureden aşağı sarkık duruyordu...
"-Sizin mi bu yalnızlığınız...Ne kadar mahsun? "
"-Benim değil de giderken bırakıverdiler.O gün bu gündür bakıyorum.. "
"-Neyle besliyorsunuz onu.?"
"-Özlemlerimle,resimlerimle..."
"-Anlıyorum.....! "
"-Sanmıyorum....!!!''
"Ayakkabın oldu herhalde yavrucuğum'' sözüyle kurduğum senaryodan uyandım...
''-Teşekkür ederim amcacığım...'' Ücretini ödeyip onu geride bırakarak, merdivenlerden ve daldığım bir alemden ağır ağır çıktım. Yarım kalmıştı muhabbetimiz sanki; ayakkabının tamir görmeyen öteki teki misali...
Aradan birkaç gün geçti...Bizim tabanvayların sol teki de yürürken ses çıkarmaya başladı, ya da ben Ohannes Amca'nın ağzından demli anılarını çıkarmak için bahane aramıştım..Artık yolu biliyordum...Alttan ikinci zil... Üzerinde ‘' Ogannes ‘' yazan kapı ziline bastım..
‘'Amcacım , bu sol tek de pek bi kıskanç çıktı'' deyiverdim gülümseyerek;o da muhabbete eş bekliyormuşçasına karşıladı beni...Bizim! mekana geçtik.Penaltı atan genç Ohannes'e bir bakış attım, bu sefer topu fileye göndermiş midir diye ama nafile; çakılı kalmış zaman inatçısı mendebur meşin...
Spor kıyafetleri ile resim çektiren takım ‘'Pera takımı''ymış; Rum ve Ermeniler'den oluşmaktaymış o zamanlar.İçlerinden antrenörünü gösterdi; sonra tek çektirdiği formalı fotoğrafını...Bu arada içeriye giren hanımı da elindeki bir bardak çayı ikram etti...Teyzenin ismi Zıvart'mış....Geç evlenmiş amcamız. Tevellütü 1925...Babası Rus İhtilali'nden sonra Türkiye'ye göç edenlerden...Fransız okulu Saint Esprit'teki eğitim hayatından bahsetti biraz... Fransızca,Ermenice ve Rumca bilirmiş; sporu da çok severmiş..Boksla uğraşmış..Edirne-İstanbul arası Türkiye bisiklet şampiyonu olduğunu da belirtti , kupalı resimlerini göstererek....İki büyük tutkusu ,50 yıllık bisikleti bir yanında yatağına yaslanmış halde , 42 yıllık eşi diğer yanında beraber yıllanıyorlar..Dinçliğini de sportmen kimliğine borçlu...
Evvelsi gün telefonda konuştuğu oğluna eski fotoğrafları hatırlatmış.Telefon, evin orta yerinde..Çalar çalmaz uzakları bir an önce yakın etme gayesinde...
Eski İstanbul'un güzelliklerini, zenginliklerini paylaştığı fotoğraflarında hiç sıkıntı yoktu..Ama bilirdik ki o mutlu fotoğrafları birbirine bağlayan, çekilen sıkıntıların zincirleriydi... Yaşamın getirdiklerinin yanı sıra ,''öteki'' olmanın sıkıntısının en çok hissedildiği dönemleri de gözleriyle görmüştü..Bir çekiç sesi 1934'e, biri 1942'ye, diğeri 1955'e ve sonuncusu 1964'e...78 yılın envanteri yüklüydü vesselam.. 1942'deki Varlık Vergisi hatırına geldi...Dayısı evini satmak zorunda kalmış.. Mesleğini öğrendiği dayısından sözü açtı.. ‘'Anton Tekyan''; kendisi İsmet İnönü'nün ayakkabılarını yaparmış..Cumhurbaşkanı'nın Şoförü Sadık bey onu evinden alır, Dolmabahçe'ye götürüp istediği model ayakkabının kalıbını çıkarttırırmış...Anton Dayı, hasta odasında beraber kaldığı ,dönemin değerli simalarından birinin kızına aşık olmuş ve bu tesadüf evlilikle noktalanmış...
Geçmişin tesadüflerinden biri de kendi ailemden aktarmak istedim. Babamın anlattığı kadarıyla dedem 1955 yılında 9 çocuğu ve eşini Mardin'de bırakıp İstanbul'a onlara yuva kurma amacıyla gelir..Bu dönemde yaşanan 6-7 Eylül Olayları ertesinde, ailesini bu şehire getirmeyi göze alamayıp geri döndükten bir süre sonra istikamet İstanbul yerine Lübnan'ı gösterir...Bizim İstanbul'a gelişimiz de 1987'ye tarihlenir; 32 yıllık ufak! bir rötar....
Sonbahar rüzgarlarının savurduğu yapraklar gibi ,bu Eylül rüzgarı da nice kaderleri harmanlamıştı kim bilir?.
Ohannes Amca,doğma büyüme buralı ve Taksim'e bu kadar yakın olduğuna göre Türkiye'deki Rumlar başta olmak üzere azınlıklar üzerine kışkırtılan toplumun galeyanını en derinden hissedebilen ,yaşayan tanıklardan olmalıydı.Dipten bir sarsıntı gibi aniden gelen; kanı donduran kabus gecenin tanığı...
Olayların siyasi gelişimini dilim döndüğünce aktarmak isterim..''1950-1955 yılları , ülke kaynaklarının tüketime yönlendirilmesi,toplumda refah düzeyinin yükselmesi, dış politikada batı yanlısı çizgi benimseyen Türkiye'nin soğuk savaş döneminde Sovyet rejimine karşı konumlanması dolayısıyla Yunanistan,Amerika ve İngiltere ile kurduğu dostane ilişkileri,Yunanistan'la ortak kurulan Balkan Paktı, NATO'ya üye olunması gibi hem iç hem dışta hiç olmadığı kadar sorunsuz bir dönemi çağrıştırmaktadır. Dönemin Embros gibi azınlık gazetelerinde de genelde hükümet yanlısı yazılar yer almaktadır...6-7 Eylül olaylarına zemin hazırlayan siyasi gelişmelerin odağındaki Kıbrıs, 1954 yılına kadar seçim meydanlarında bile bir politika malzemesi olmadan, İngiltere mahiyetinde yönetiliyordu..Kıbrıs'ta İkinci Dünya Savaşı sonrasında, dış konjonktürde self-determinasyon(bir halkın kendi geleceğini özgürce belirlemesi) akımının getirdiği sömürgecilikten kurtulma anlayışının benimsemesi ile İngiltere'de de rahatsızlık başlar...Yunanistan'ın BM'den, Kıbrıs'ın tümü için self-determinasyon hakkı tanıma isteği 1954'te geri çevrilir...Kıbrıs'ta aleyhinde eylemler arttıkça zor durumda kalan İngiltere , klasik böl ve yönet ilkesini uygulamaya koyar...Uluslararası kamuoyunu Kıbrıs'ta sorunun göründüğünden karışık olduğuna, İngiltere'nin çekilmesi halinde sadece adadakiler arasında değil Türkiye ve Yunanistan arasında da bir savaşın kaçınılmaz olacağı konusunda ikna etmek için ,Türkiye'yi sorunun doğrudan tarafı haline getirecek girişimlerde bulunur..Türkiye,Yunanistan ve İngiltere'nin üçlü siyasal savunma konferansı yapması konusunda çağrı yapar...Tarafların görüşlerini uzlaştırmanın mümkün olmadığı konferans, İstanbul'da derin güçler tarafından sistemli şekilde koordine edilen provokasyonlarla amacını aşan 6-7 Eylül olaylarının patlak vermesi üzerine dağılır...Türkiye artık resmen taraf olmuştur...! "
Ohannes Amca'nın tabiriyle apansız ortaya çıkan bu histeri ters gelen dev bir dalga gibi yutuvermişti zihinleri.Geçmişin kuytularında birikmiş enerjinin, ekonomi ,ticaret ve zanaatin duayeni olan azınlık vatandaşlarına duyduğu hıncın, ‘'mülkün temelini'' sarsacak şekilde silsile patlamalarıydı sanki...
Taksim ve Beyazıt'taki mitingler ertesinde ,Express! baskılar ve şiddetini arttıran provakasyonlarla ,toplumumuza sürülen kara lekenin , ekonomik,sosyolojik,demografik ve kültürel dengeleri alt üst ettiği 6 Eylül'ü 7 Eylül'e bağlayan gecesinde geçmişin temiz bağları da bir bir koparılıyordu...Aynı mahallede yıllardır beraber yaşayan insanların, komşularının malına kabustan çıkmış sürü içgüdüsüyle nasıl saldırdığını , kiliseleri yağmaladığını gitgide tedirginleşen ses tonuyla vurguluyordu yaşlı adamcağız.Ertesi gün ürkekçe koşa koşa İstiklal'e gidip neler olup bittiğine; evet ‘'bittiğine'' bakmak istemiş...
O anlatırken , aklıma bir kaç hafta önce okuduğum Belge Yayınları'ndan çıkan Sarkis Çerkezyan'ın ‘' Dünya Hepimize Yeter ‘' anı kitabındaki bir anektod geliyor :
‘'6 Eylül günü Karaköy'de Reşat Bey adında bir adamın dükkanının marangoz işlerini yapıyordum..Akşam gazeteleri yeni çıkmıştı..''Selanik'te Atatürk'ün evine bomba atıldı'' diye yazıyordu .Bu haberle fitili ateşlemiş oldular...Ve saldırdılar;yağmalar başladı tüm İstanbul'da...Kumkapıya gittim.; marangoz dükkanında pek bir hasar yoktu.Yedikule'de Gençağa Caddesi'nde oturuyordum; Gedikpaşa'dan yeni taşınmıştım oraya, büyük oğlum henüz altı aylıktı...Yedikule'de çok Rum yaşıyordu o yıllarda..Olayların hemen öncesinde kimi Rum evlerinin kırmızı haçlarla işaretlendiği söyleniyordu..Ben de kaygılandım,hemen dükkanı kapattım,koşturdum eve.. Ayakkabımın ökçesi düştü yolda ....Kumkapı'dan Yedikule'ye kadar koşa koşa kan ter içinde gittim... Kapıdan içeri girdim.Baktım,bizim sokağın köşe başında da başlamış patırtı..Çocukları yukarı çıkardık; annem müslüman komşusunun verdiği beyaz bir yazmayı bağladı başına... Kaygıyla beklemeye başladık...''
Karaköy'den Kumkapı'ya ,Kumkapı'dan Yedikule'ye can havliyle koşuş, ayakkabının ökçesi düşmüş halde..! Zamanı çektim bugüne, gergin bakışlarına bağladım Ohannes Amca'nın..İki sokak ötesine yürümekte zorlandığım bu ayakkabılarla ne yolları katetmişti Sarkis Amca; ‘'pat ,pat, pat''... sesleri duyumsadım, sonra çözdüm zamanı geriye bıraktım; sokakta nefes nefese olan adamın sesini duymaz oldum...uhu kokusuyla şimdiyi yakaladım...
Bilanço 3 ölü, 30 yaralı, 73 kilise, 8 ayazma, 2 manastır, 1 fabrika, 3.584'ü Rumlara ait olmak üzere, 5.538 ev ve dükkanın hasar görmesi...
Ohannes Amca,cadde boyunca yerlere saçılmış top top kumaşlardan bahsetti.Olayların ruhumuzda hissetirdiğine tezat; rengarenk , hangi ayıbı örteceğini bilemeyen tonlarca kumaş... Şimdi Lale Sineması'nın ve D&R Müzik marketin olduğu yerdeki büyük mağazadan caddeye buzdolabı gibi büyük beyazeşyaların kara geceye yuvarlanışları.. Ve cam kırıkları...
Olayların kafamdaki sembol sesi nedense hep cam kırıklarının süpürülürkenki sesi olmuştur..Yüzlerce mağazanın yağmalanmasından, insanların itilip kakılmasından, kutsal mekanların tahrip edilmesinden,şangırtılardan arta kalan bin parça olmuş yürekler gibi cam kırıkları ..İçimden yerlere saçılıp ezilenlerin ancak ‘ 'can kırıkları '' olduğunu haykırasım geliyor sessiz bir çığlıkla...aynı yerlere atılan buzdolaplarının içine süpürülmüş,soğuk sızıları dinmeyen buz sarkıtları...
Türkiye tarihinin en travmatik olaylarından biri olan 6-7 Eylül olaylarının fiziki tahribatı silinse dahi sosyal ve psikolojik etkilerinin bilinçli zihinlerde hala sürmekte olduğunu kim inkar edebilir?.. Embros gazetesinde ,olaylar sonrasında halkı cesaretlendirmek için ‘ 'Kalacağız...Kiliselerimizi yeniden yapmak,ölülerimizi yeniden gömmek,okullarımızı,dükkanlarımızı ve evlerimizi yeniden kurmak için.Ve kalacağız, burada,doğum yerlerimizde,büyüdüğümüz yerde,babalarımızın ve büyükbabalarımızın bulunduğu yerde..Onların mezarlarını açmış olasalar da ..Burada kalacağız çünkü ölülerimiz,kiliselerimiz,okullarımız,dükkanlarımız,evlerimiz,hayatımız ve servetimiz bu toprakta..Köklerimiz bu toprağın derinliklerinde yatıyor..! ‘' ifadesi kullanılmıştı....
...Kalamadılar!...
İki rakam ve ortasındaki kısa çizgiye sığdırıldı olaylar ama çokçaların hayatı asıl o zaman başladı,değişti,sürüklendi... Aradan uzun yıllar geçti.. Mübadelelerle, göçlerle azalanların yerine; biz geride kalanlar için eskisini sürekli yad etmenin de çözüm olmadığını biliyoruz.. Bu şehrin içinden nice olaylar,nice tarihler , nice gemiler, nice insanlar; sıkıntılar, acılar geçti ama bizler bu şehirden geçmedik...
Yazıklanmalar yerine, yaşananları iyi özümseyip, sağduyuyla toplumumuza kaybettiklerini geri kazandırmayı, geleceğe köprüler kurmayı amaç edindik.. ‘' Sonra işte gittiler... ‘' Bu üç noktanın boş kalmamasını , 1924 İstanbul sayımlarında 1 milyon nüfusun 250 binini teşkil edenlerin şimdiki 10 milyon nüfusta birkaç bin kalmasının nedenlerini aydınlık yarınları arayan genç beyinlere aktarmayı borç bildik...Geleceğimizi daha onurlu kılmak için geçmişle yüzleşmeyi özgüvenimizde aramamız gerektiğini;'' Balat'ta kapı tokmaklarını ovmayı Rumlar'dan öğrendik'' diyen komşunun sesine kulak vermeyi; unutmamayı özümsedik...
Umutsuz anlarda göze yaş olarak düşen merhum şair Metin Altıok'un ‘'Bir yarım umuttur elimizde kalan/ Göğüslemek için karanlık yarınları'' dizesindeki ışıkla sızımızı dindirdik...Hala merhametli kalabilmiş ellere ihtiyacımız olduğunda ,toplumumuzu bölen kafaların 50 yıllık ama birleştiren şarkıların 500 yıllık olduğu bilincinde ,mübadelelerin ancak dostlukların, sevgilerin, aşkların, ruhların tazelendiği şarkılarda renk renk dillerde yer almasını istedik...
Kamuoyunun 6-7 EYLÜL 1955 olaylarını son yıllarda tartışmaya açıp geçmişini sorgulamaya çalışması, o yaşanmışlıkları geriye çeviremese de ,belki bu dolaylı içini dökme isteği , sahip çıkılan haysiyetli olgulardaki gibi ayıplarımıza da sahip çıkmayı öğretir...Vatandaşlık bilincimizin en önemli sorumluluklarından biri ,toplumumuzun temellerini sonraki nesillerimiz için güçlendirmek ve tarihten aldığımız dersleri bu temellere harç olarak koymak olmalıdır..Yanılgılarımızı, hatalarımızı ortaya çıkarıp bu gibi hassasiyetlerde diyaloğa açık toplumsal refleksleri harekete geçirmenin hayatı, kaldığı yerden daha umutlu bir geleceğe hazırlayacağına inanıyorum..Yaşantımızın farkındalığında olmak kendimize ve bize sunulan bu hayata borcumuz!...
Ökçesi sağlam, can kırıkları az yarınları; özlemlerimizi üzerimize sarıp din,dil,ırk ayrımı yapmadan, özde kardeşliği benimseyenlerle beraber bekliyoruz...Çünkü ‘'Köklerimiz bu toprağın derinliklerinde yatıyor! ‘'...
DÜŞERİM
Bazen oturduğum yerde
Kendi kendime dalıp giderim,
Bulanık geçmişimle...
Genişleyen halkalar çizerim,
Bir düşün uyanık imgesine...
Gölünüze taş düşerim.
Sizse hep konuşursunuz
Sığınıp kof sözlere,
Kaçarak kendinizden
Uğuldayan hüznünüzle.
Telaşla geceyi bulursunuz..
Gözünüze yaş düşerim.
Metin ALTIOK
* 6-7 Eylül Resimleri Fener Rum Patrikhane'si arşivlerinden temin edilmiştir.
Güncelleme Tarihi: 6 Eylül 2005
NOT: Bu yazının kahramanı Hovhannes Repovanov 18 Eylül 2007 yılında Ermenistan'da vefat etmiştir.