Geçtiğimiz yıllarda AKP Hükümeti, Vakıflar Kanunu’nda bir değişiklik yaptı ve böylece gayrimüslimlerin Cumhuriyet tarihi boyunca devletçe veya devlet aracılığıyla gasp edilmiş mülklerinin hiç olmazsa bir bölümünün gerçek sahiplerine geri verilmesinin yolu açıldı. Değişikliğin, 6-7 Eylül 1955’te başta Rumlar olmak üzere gayrimüslimlerin ev ve işyerlerinin yağmalanmasının 56. yıldönümünde yapılması, hükümetin geçmişin yaralarını bir nebze olsun sarmaya çalıştığını gösteriyor. Gerçi Baskın Oran, 4 Eylül 2011 tarihli Radikal İki’de yayımlanan “GM haklarında büyük adım fakat...” başlıklı yazısında yapılan değişikliklerin ne kadar yetersiz olduğunu açıklıkla anlattı, ancak yine de umutlu olmak için epey neden var. Bu hafta, bu vesileyle hâlâ yarası açık duran 6-7 Eylül 1955 olaylarını hatırlayalım diyorum.
Olayların arka planında o yıllarda henüz İngiliz sömürgesi olan Kıbrıs’ın statüsünü tespit etmek için 29 Ağustos-7 Eylül 1955 tarihleri arasında toplanan Londra Konferansı vardı. İngiltere’nin Kıbrıs’taki hükümranlık haklarından vazgeçmesi halinde, Ada’nın Türkiye’ye bağlanması gerektiği yolundaki Türk tezi, Yunan tarafında rahatsızlık yaratmış, 2 Eylül’de konferansa ara verilmişti. Yunan Heyeti Atina’ya vardığında gazetelerde şu manşet vardı: “Kıbrıs’ı kaybettik.”
İşte bu süreçte Türkiye’nin elini biraz daha güçlendirmek isteyen Kıbrıslı milliyetçi Türkler İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin çeşitli yerlerinde halkın milli hislerini galeyana getirecek mitingler düzenlemeye karar vermişlerdi. Mitingleri DP hükümeti ile dirsek teması içinde olan Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) ile Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti (KTC) düzenliyordu. KTC’nin Başkanı, Hürriyet gazetesi yazarı ve avukat Hikmet Bil, 1952’de Adnan Menderes ve Fuad Köprülü’nün Atina ziyaretinde resmî heyete davet edilecek kadar iktidara yakın biriydi. Yönetim kurulu üyelerinden gazeteci Kamil Önal ise Milli Emniyet Hizmetleri (kısaca MAH, sonradan MİT) üyesiydi.
Basının kışkırtıcılığı
Başta İstanbul’da yayımlanan Hürriyet, Yeni Sabah ile İzmir’de yayınlanan Gece Postası olmak üzere tüm gazetelerde, hemen her gün İstanbul Fener Rum Patrikhanesi ve Patrik Athenagoras aleyhine haberler boy gösteriyordu. Gazetelerden Kıbrıslı Türklerin zor durumda olduğunu okuyan vatandaşlar, Kıbrıs’a gitmek için TMTF’ye kitlesel başvurular yapmaya başladılar. İddialara göre İskenderun şubesine 23 bin, Adana şubesine 15 bin başvuru yapılmıştı.
5 Eylül 1955’te gazetelerde üç Rum casususun yakalandığı haberi çıktı. Bir grup genç Taksim’de gövde gösterisi yaparak, üzerinde ‘Kıbrıs Türk’tür’ yazılı bir pankartı Patrikhane’ye bıraktılar. Ayrıca Türk bayrağına dil uzattığı iddia edilen bir Rum genci dövüldü ve bazı Rum gazeteleri yakıldı. Artık iş barut fıçısını patlatacak kıvılcımı çakmaya gelmişti.
Atatürk’ün evine bomba
Bazı Rumların Türk komşuları tarafından yarım ağızla da olsa ‘o gün pek dışarı çıkmamaları, çocuklarına ve karılarına göz kulak olmaları’ yolunda uyarıldıkları o meşum 6 Eylül 1955 günü, saat 13’te radyo, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı saldırı yapıldığı haberini verdi. Öğleden sonra İstanbul Ekspres adlı 20-30 bin tirajlı küçük bir gazetenin Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu, saat 13:30’da gazetenin sahibi Mithat Perin’i telefonla aradı ve ikinci baskı yapacağını, bu baskıda 300 bin gazete basacağını ve kağıt almak için nakit para istediğini bildirdi. Sipahioğlu, bunun büyük bir gazetecilik başarısı olacağını söyleyerek Mithat Perin’i ikna etmişti. Kâğıdın karaborsa olduğu bir dönemde bu kadar gazete basmaya yetecek kâğıdın nasıl bulunduğu hâlâ cevaplanmayan bir soru olarak duruyor. Daha sonradan gazetenin Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu’nun MAH’la ilişkisi olduğu ileri sürülecekti. Kâğıt da bu yolla bulunmuş olmalıydı. Bazı kaynaklara göre 230 bin gazete basılmış ve dağıtılmıştı. Kendi iddiasına göre ise Mithat Perin, saat 16:30’da gazeteye gitmiş ve sayı 150 binde iken baskıyı durdurmuştu. Dediğine göre “işlerin kötüye gittiğini” hissetmişti. Perin’in önsezileri doğruydu.
Tornadan çıkmış sopalar
Öğleden sonra, İstiklal Caddesi’nde toplanan güruh, gayrimüslimlere ait işyerlerini taşlamaya başladı. Olaylar kısa sürede Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yayıldı, ardından Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutluk, Bebek, Kadıköy, Moda, Kuzguncuk, Çengelköy gibi uzak bölgelere sıçradı. Saldırganlar halkı tahrik etmek için “Makarios’a ölüm’, “Kıbrıs Türk’tür” diye haykırıyor, ellerindeki Atatürk ve Bayar resimlerini, KTC rozetlerini karşılaştıkları Türklerin ellerine tutuşturuyorlardı. Daha sonra pek çok tanık, 20-30 kişilik mangaların başında KTC’den öğrencilerin olduğunu, hemen her semtte yağmacıların kullandığı sopaların aynı tornadan çıkmışçasına eşit büyüklükte ve kalınlıkta olduğunu, Rumlara ait ev ve iş yerlerinin önceden tespit edildiğini, hatta kimi yerlerde bu ev ve işyerlerinin bir gece önce tebeşirle ya da soba boyası ile işaretlendiğini, polislerin ise saldırganları izlemekle yetindiğini anlatacaklardı. Sonradan, emniyetten karakollara yangın ve hırsızlık dışındaki olaylara karışmaması talimatı verildiği ortaya çıkacaktı. Bazı Türkler, komşularını kurtarmak için çaba göstermişler, bazıları sadece tanıdıklarını korurken, tanımadıkları gayrimüslimlere saldırmaktan geri durmamışlardı.
Sonunda hem Londra’daki konferansta, hem de dünyada rezil olan hükümet 6 Eylül’de İstanbul, Ankara ve İzmir’de ‘örfi idare’ ilan ederek olayları durdurmaya çalıştı. Ancak rejim tarafından azınlıklara karşı nefret ve kıskançlık duygusu ile yetiştirilen ve yağmanın tadını alan kitleleri durdurmak kolay olmadı. Saldırılar İstanbul’da 7 Eylül’de aynı hızla devam ederken, İskenderun, İzmir, Çanakkale’de küçük çaplı saldırılar yaşandı.
“Galiba dozu kaçırdık Namık...”
Olayların bilançosu kısa sürede ortaya çıktı. Türk basınına göre 11 kişi ölmüştü ancak sadece üç kişinin adları verildi. Bazı Yunan kaynaklarına göre 15 ölü vardı, ancak daha sonra öldüğü iddia edilen bazı kişilerin Yunanistan’da yaşadığı anlaşılmıştı. Yaralı sayısı resmî rakamlara göre 30, gayrı resmî rakamlara göre 300’dü. Tecavüze uğrayanların 200’ü aştığı sanılıyordu. Sadece Balıklı Rum Hastanesi’nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştü.
200 bin kişilik güruhun katıldığı tahmin edilen bu harekâtta, ölüm olaylarının az olması ve saldırganların en ufak bir direnişte geri çekilerek başka hedeflere yönelmesi, hükümetin bir katliam planlamadığını, amacın başta Rumlar olmak üzere gayrimüslimleri ekonomik olarak güçten düşürmek, sonra da korkutarak ülkeden kaçırtmak olduğunu düşündürür. Nitekim Celal Bayar, İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce, etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “Galiba dozu kaçırdık” demişti.
Neyse ki can kaybı az
Olaylar sırasında, resmî rakamlara göre 5.300’ü aşkın, gayrı resmî rakamlara göre 7 bine yakın bina saldırıya uğramıştı. En büyük tahribat nüfusun yüzde 15’inden fazlasını Rumların oluşturduğu Beyoğlu’nda yaşanmıştı. Bunu Eminönü, Fatih, Şişli, Beşiktaş, Sarıyer, Kadıköy, Adalar, Üsküdar, Bakırköy izliyordu.
ABD Başkonsolosluğu’na göre saldırıya uğrayan işyerlerinin yüzde 59’u Rumlara, yüzde 17’si Ermenilere, yüzde 12’si Musevilere, yüzde 10’u Müslümanlara; evlerin yüzde 80’i Rumlara, yüzde 9’u Ermenilere, yüzde 5’i Müslümanlara, yüzde 3’ü Musevilere aitti. Hasarın mali portresi konusundaki en düşük tahmin o günün değerleriyle 150 milyon lira, en yüksek tahmin 1 milyar liraydı.
8 Eylül’de hükümet yaşananlardan üzüntü duyduğunu ve özür dilediğini belirten bir açıklama ile zararların tazmin edileceği sözünü verdi. 10 Eylül’de kurulan yardım komitesine katılanların büyük bir bölümünün gayrimüslim iş adamları olması, devletin bizzat örgütlediği bu yağmanın faturasının en az yarısını mağdurlara yüklemeyi başardığını düşündürüyordu. Sonuçta mağdurlara ödenen tazminat, bağışlanan 9 milyon lira ile hükümetin tahsis ettiği 60 milyon liradan ibaret kaldı. Zararların küçük bir miktarı da olsa tazmin edilmesi memnuniyet vericiydi ancak devlet bugüne dek resmen özür dilemedi.
Nafile yargı süreci
Hükümetin üzüntü beyanından sonraki ilk tepkisi yağmanın sorumluluğunu komünistlere yıkmak olmuştu. 7 Eylül 1955’te aralarında 45 ‘tescilli’ komünist adliyeye getirildi, bunlardan 19’u tutuklandı. Tutuklananlar arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Nihat Sargın, Müeyyet ve Can Boratav, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo, İlhan Berktay, Aslan Kaynardağ gibi ünlü isimler vardı. Aralık ayına gelindiğinde, hükümet bu saçma suçlamadan vazgeçmek ve tutukluları salıvermek zorunda kalacaktı. Mahkeme, TMFT’nin, KTC’nin, MAH’ın ve elbette adı gündeme bile getirilmeyen Özel Harp Dairesi’nin üzerine gitmedi veya gidemedi. Karar, 1956 yılının Aralık ayı sonunda açıklandı. Sadece 228 kişi suçlu bulunmuştu. Bunların arasında gerçek failler yoktu, geri kalanların da cezaları çok değildi.
27 Mayıs 1960’daki askerî darbe sonrasında dosya yeniden açıldı. Olayların tertipçisi olduğu iddiasıyla yargılanan 11 sanıktan sadece Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu 6’şar yıl, İzmir Valisi Kemal Hadımlı ise 4,5 yıl hapse mahkûm edildiler. Böylece devlet adlı dokunulmaz varlık, tüm suçu siyasetçilerin üstüne yıkarak kendini yine temize çıkardı. Rumlarla eksik kalan hesap ise, yine utanç verici biçimde 1964’te kapatılacaktı.
Olayları kim tertiplemişti?
Yargılamalar sırasında, Selanik’teki Türk konsolosluğunun bahçesinde bulunan Atatürk’ün doğduğu eve atılan bombanın diplomatik çanta içinde Selanik Başkonsolos Yardımcısı Mehmet Ali Tekinalp tarafından Türkiye’den getirildiği ve Türk Başkonsolosluğu’nun bekçisi Hasan Uçar tarafından bahçeye atıldığı söylendi. İddialara göre Uçar’ı azmettiren kişi Selanik Hukuk Fakültesi ikinci sınıf öğrencisi olan ve MAH elemanı olduğu iddia edilen Oktay Engin’di. Konsolos yardımcısı dokunulmazlık zırhıyla kurtulmuş, Oktay Engin’e üç yıl altı ay, Hasan Uçar’a ise iki yıl hapis cezası verilmişti. Dokuz ay Selanik cezaevindeki hücrede yatan Oktay Engin, tahliye edildikten sonra Gümilcine Konsolosluğumuz tarafından Türkiye’ye getirilmiş ve Başbakan Menderes ile İstanbul Valisi Gökay’ın tavassutu ile Selanik’te yarıda bıraktığı hukuk eğitimini İstanbul’da tamamlamıştı. Uzun yıllar Emniyet teşkilatında önemli görevlerde çalışan ve Nevşehir’e önce kaymakam, sonra da vali olarak atanan Engin hakkındaki suçlamaları hep reddetmişti.
Özel Harp Dairesi’nin işi miydi?
6-7 Eylül 1955’ten yıllar sonra, orgeneral rütbesinden emekli olmuş, tuğgenerallik rütbesinde Özel Harp Dairesi (ÖHD) başkanlığı yapmış, bu konuda eserleri olan, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı ve Milli Güvenli Kurulu’nda üst düzey görevlerde bulunmuş Sabri Yirmibeşoğlu Tempo Dergisi’nden Fatih Güllapoğlu’na şöyle diyecekti:
“Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’teki Kıbrıs Harekâtı. Eğer Ö.H.D. olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? (...)Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al...-Pardon Paşam anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı? -Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?-E, evet Paşam!..”
Evet, paşamız haklıydı. Özel Harp Dairesi memleketin eğitimli gençlerini, namuslu işçilerini vahşi yağmacılara dönüştürmeyi, yüzlerce yıldır birlikte yaşadığımız gayrimüslim vatandaşlarımızı ülkeden kaçırmayı, Kıbrıs sorununu kangren haline getirmeyi, Türkiye’yi dünyaya rezil etmeyi muhteşem biçimde başarmıştı!
ÖZET KAYNAKÇA: Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005; Rıdvan Akar, “İki Yıllık Gecikme: 6-7 Eylül 1955”, Toplumsal Tarih, S.117, Foti Benlisoy, “6/7 Eylül Olayları Öncesinde Basında Rumlar”, Toplumsal Tarih, S. 81, 2000; Faruk Mercan, “Bombacı da MİT elemanı da değilim”, Aksiyon, S. 457, 13 Temmuz 2004); Mehmet Arif Demirer, 6 Eylül 1955–Yassıada 6/7 Eylül Davası, Bağlam, 1995; Fatih Güllapoğlu, “Türk Gladio’su İçin Bazı İpuçları”, Tempo Dergisi, S. 24, 9-15 Haziran 1991.
Yazar: Ayşe Hür (hurayse@hotmail.com) , Güncelleme Tarihi: 7 Eylül 2012