Dün uzaktan gelen dostlarımla şöyle bir eski şehir turu attık. Bir zamanlar Şex Seîd Efendi’nin ilk mahkemesinin yapıldığı sonrasında da Dîyarbekir’de ilk sessiz sinema filmlerinin gösteriminin yapıldığı Ermeni Protestan Kilisesine de gittik. Kısa bir süre önce Vakıflar Bölge Müdürlüğünce eksik gedik ve yanlışları ile birlikte restorasyonu yapılmış Sur Kaymakamlığınca SODES projeleri kapsamında el sanatları öğreten hocalar marifetiyle mahalle sakinlerinden genç kızlar için ipek puşi atölyesine dönüştürülmüştü. Çan Kulesinin tepesindeki haç çıkarılmış ama kapıda Kilise olduğuna dair tabela konulmuştu. Kurs hocalarıyla çok içten sohbet eder bilgi alırken bu eski şehrin en eski puşicisi rahmetli dostum ve birkaç yıl evvel vefat eden kadim şehrin en eski ipekli dokumacısı,
puşici Lütfi Usta’yı hatırladım…
“1936’da babamın vefatı nedeniyle okulu bırakmak zorunda kalmış, okuyamamıştım. O nedenle ipek böcekçiliği ve işlemeciliği diye tabir ettiğimiz ‘puşicilik’ sanatını kendime iş edindim” diyor ve ipek böcekçiliğinin, ipekli dokumacılığın çok eski tarihlere dayandığını anlatıyordu Diyarbekir coğrafyası için.
“Zaman içinde kimi nedenlerle ipek böcekçiliğini ve puşiciliği yapanlar bu topraklardan göç ettiler. Bu göçün nedenini sormayın, kimseye faydası olmaz anlatmak da istemiyorum. Suriye’ye, İstanbul’a ve İskandinav ülkelerine gidip yerleştiler. Keşke gitmeselerdi. Gittiler ve sanat geriledi. Sanat şimdilerde artık yok olmakla yüz yüze. Diyarbakır’da mantin çarşaf üzerine sanat icra edenler daha çok Ermenilerdi. Puşiciler ise Ali Paşa ve Lalebey mahalleleri civarında oturan Süryanilerdi. Ben de Süryani’yim.
Mardinkapı’daki Cumhuriyet ilkokulunda okudum. Anlatılır ki; Ermeni cemaatinden Hoca Hovsep’lerin evi imiş o okul. Çok zenginlermiş Hovsep’gil. Ermeni lordu gibi derlerdi onlar için. Sonra o ev Cumhuriyet İlkokulu olmuş. Ben işte ilkokulu o okulda okudum. Sonra anlattığım nedenlerle okul hayatım bitti işte. Kendimi iş hayatında buldum. Bir daha da okul işi gündeme gelmedi.
Puşiciler hafta boyunca durmadan çalışırlardı. Eskiden hem Cuma, hem de Pazar günleri resmi tatildi. Hafta sonları haftalıklar alındı mı? Hafta sonu keyfi başlardı. Genellikle Diyarbakır’ın Hewsel bahçelerinde sazlı, sözlü eğlencelere gidilirdi.
Mahalli tabirle lakapları vardı puşicilerin... Mesela Karpuzgötgiller vardı. Hanna Sıçanyangiller vardı. Hanna Êro vardı. Frengul Ermuş, Mendilciyan Eren, Mug Uso vardı. Mug Ermenicede ‘sıçan’ demektir bilir misiniz? Ferrahyan Lütfü vardı, bunlar Palakların soyundandı. Hani Süryani yazar Naum Faik Palak var ya, işte onun kardeşioğlu. Tırpancıgiller vardı. Tırpancı Ermoş vardı. Onun 10-15 jakar makinesi de vardı. Bir de Müslüman olan Uluğ’lardan Müftüzade Mantinci Hüseyin Efendi vardı.
Göç ve gidiş yoğunlukla 1946’da başladı. Kamışlı’ya, Hasiçe’ye ve Halep’e, yani Suriye’nin şehirlerine. Ağırlıklı olarak kıyafet değişikliği etkili oldu bu göçte. Geleceğe dönük bir ümit de kalmamıştı zaten. İşsiz kalmıştık biz puşiciler. Doğdukları yerleri değil doydukları doyacakları yerleri tercih etmeye başladılar. Burada ata topraklarında kalsaydılar elbette tezgâhın mekiği durmazdı.
Bırakıp gittiler işte. Bu gidişin teferruatına da çok girmemek lazım. Hepimizi yaralar, hırpalar, boş verin. Zaten gidişin felsefesini de ben bilmem, Gittiler İşte!
Ne diyeyim ki! Zorla konuşmak durumunda kalıyorum. Bir hafta sonuydu unutmam mümkün değil. Tertemiz hafta sonu kıyafetlerimi giymiştim. Haftalığımı alıp tıraş da olmuştum. Evime doğru gidiyordum. Bu güzel görüntümü hazmedemeyen birileri “Gâvur oğlu gâvura bak hele“ dediler. Ben yuttum, hazmettim, kabullendim. Sesimi de çıkarmadım. Halen de burada Diyarbakır’dayım. Ama hazmedemeyenler de bırakıp gittiler işte, bu kadar ne yapalım.
Kürtçede bir söz vardır, derler ki ; “Bê xweda dibe. Bê xwedi nabe”. Yani tanrısız olunur, ama sahipsiz asla. Ben 1936’da ölen babamın mezarını biliyorum ama 1915’te kaybolan dedemin mezarı nerde bilmiyorum, nerdedir, işte asıl budur insanı yaralayan.”
Bunları dedi kekê Lütfi ve birkaç yıl evvel bu darı dünyada evsiz barksız kimsesiz olarak öte yakaya göçtü. Eski Amida şehrinin Meryem Ana Süryani Kadim Kilisesinin müştemilat bölümünde tek göz odasındaki birkaç parça kendi gibi yoksul “malvarlığı” cemaatinden kalan diğer yoksullara paylaştırıldı. Lütfi Usta’nın naşı İstanbul’daki bacısının mezarının yanına defnedildi.
Yaşarken gücü yetmemiş, ata dede yurdunu terk etmeye gönlü elvermemişti. Gidenlerin ardından gözyaşı dökerek “Gittiler İşte” demişti ve eklemişti “gidişin nedenini ve felsefesini bana sormayın, anlatamam hepimizi yaralar.”
Sonra o da gitmişti, öte yakaya. Gittiler İşte…
Kaynak: BİRGÜN, Güncelleme Tarihi: 25 Ekim 2011