Anne
gavur ne demek; ben gavur muyum?
Mardin’de, Gül Mahallesi’nde, bir zamanlar aralarında benim de bulunduğum öğrencilerle kaynayan ilkokulun merdivenlerinden birine oturmuş, serseri serseri akmaya başlamış bilincimi dinliyorum.
Okulun ilk günleriydi. Beni bir köşeye sıkıştırıp yüzüme söyledikleri “Gavur” kelimesini ilk duyuşumdu... 60 ve 70’li yıllarda, görmüş geçirmiş Mardin, muhtemelen memleketin “en aydın, en demokrat” şehirlerindendi; bir ihtimal Paris ya da Londra gibi. Herkesin bir diğerine davranış biçimi, “kendisi gibi” kabul edişi, eşiti muamelesi yapışı, hep söylenegeldiği gibi mükemmele yakındı... Ama bu, bir tür “içgüdüsel nefret” sayılabilecek “benim gibi olmayan ikinci sınıftır” davranışının tamamen ortadan kalkmış olduğu anlamına da gelmiyordu.
Yeri zamanı geldiğinde yüzeye çıkıveriyordu işte: Henüz 7 yaşındaki bir Müslüman çocuk, aynı yaşlarda bir Süryani çocuğu, “Sen benim gibi değilsin” diyarlarına sürmekten imtina edemiyordu...
Geçmiş zaman zihnimi dağıtmaya devam ederken, merdivenden kalkıp, basamakları bariz bir hüzünle iniyorum. Daha da daralmış gibi görünen sokaklardan geçerek, merdivenlerden inerek çıkarak eski sokağımıza, evimize varıyorum.
İki günde bir annemin yoğurduğu hamuru, ekmek yapması için getirdiğim Mustafa Amca’nın fırını hâlâ yanıyor. Kendisi yok tabii... Oğlu da değil, torunu var yerinde. Kırk yıl öncesinden söz ediyorum. Mustafa Amca nasıl olsun yerinde? Dünya bu, dönüp duruyor. Dede–nine gidiyor, çocuk–torun kalıyor; sonra diğeri, sonra da bir başkası. Tek bir insanın ortalama ömrü nedir ki, kaç milyar yıldır dönüp duran dünyanın ömrü yanında? Hiçbir şey!
Ama Mardin’deki olağanüstü taş evler yıllara dayanmış. Hem de kaç kuşak boyu! Onlara kötü davranılmış, sağları solları çimentoyla–kireçle–plastikle eğilmiş–bükülmüş–bozulmuş ama yine de “bana mısın?” dememiş, sabretmişler. Bizim ev de öyle işte. Gerçi yaşlanmış, saçı sakalı ağarmış, kapısına kilit vurulmuş ama yerinde ve ayakta işte! Ama ne kadar da küçükmüş böyle? O bize top sahası büyüklüğünde görünen avlu, ben ve kardeşlerimin topluca uyuyabildiğimiz odası ne kadar minikmiş! Sokağımız da öyle. Kollarımı açtığımda her iki duvarına dokunabiliyorum şimdi; koş koş bitmezdi oysa...
Minibüsle geldiğim Cumhuriyet Meydanı’nda, tanıdığım Mardin’le karşılaştım! Meydanın manzaralı üst noktalarından birine kurulmuş kahveye girip, bir an dahi vakit kaybetmeden espresso’ların espresso’su kabul ettiğim “mırra” ısmarladım.
Eski usül okey pişti kareleri de vardı etrafta, kızlı erkekli sohbet masaları da. Ve tabii turistler de. Minibüsten inip kahveye çıkana kadar dahi renk renk, millet millet yabancı gezgine rastladım. Şehre gelmiş, “insan”ın geçmişe doğru izlerini sürmeye heves etmişlerdi... Etraftaki masalara kulak kabarttım. Arapça’ydı sohbetler genellikle. Biraz Kürtçe, biraz da Türkçe. Bazen de iki ya da üç dil karışık dönüyordu; cümleye Arapça başlıyordu biri mesela, Kürtçe ilerliyor, Türkçe “cep telefonu” diyerek nihayete erdiriyordu. Burada da iktidardaydı cep telefonu. Herkes konuşuyordu; ama durmadan, ara vermeden. Biz ne yaparmışız bu cep telefonu öncesi?
Caddelerde, sokaklarda da aynı cümbüş vardı; “dil”, buralarda da renkten renge geçiyordu.
Araçlı trafiğe izin vermeyen Mardin’in yolları bol merdivenlidir, bir de “abbara”lı. Kara ikliminin, yazın da kışın da geçmek, hafiflemek bilmez gaddarlığını, bu abbaralar yani üstü ve iki yanı kapalı iki yanı sokağa bakan kemerler, çok değil, bir parça katlanılır kılar. Yazın serince olur damlarının altı, kışın da ılık. İşte bu merdivenli–abbaralı sokakların tamamı, sağlı sollu o herkesi zevkten keyiften yerinde duramaz hale getiren evlerle doludur; o sarı taşlı, bol süslemeli evlerle.
Yedi yaşımdan itibaren babamın her pazar beni götürdüğü (neredeyse silah zoruyla; çünkü o saatte uyanmak kolay bir şey değildi) kiliseye de uğradım; Mar Petrus ve Mar Pavlus Kilisesi’nin Kilimci Ailesi tarafından restore ettirildiğini, yenilendiğini duymuş olsam da gördüklerim şaşırttı beni. 1914 yılında inşa edilmiş, Mardin’deki bu son kurulan Süryani Kadim kilisesinin önünde, restorasyondan sonra uzun mu uzun bir hayat uzanıyordu.
Mardin’in simgelerinden Deyrulzafaran Süryani Manastırı’nın binası 1600 yıllık olsa da, içindeki eski Mezopotamya kültürüne ait yapılarla geçmişi çok daha eskilere uzanıyor. Manastır binası yıllar içinde daha da mütekâmil hale gelmişti. Bakımı, restorasyonu hiç aksatılmamıştı.
Manastırın ana girişinin hemen dışına kurulmuş yeni bölümde, klasik mimariyi gölgelemeyecek incelikte, ziyaretçilerin soluklanabileceği bölümler yapılmıştı; bir kafe, bir hediyelik eşya bölümü, birkaç şey daha...
Yukarı çıktım. Kalabalığın yoğunluğu karşısında şaşkındım. Yerli yabancı, yüzlerce ziyaretçi, gruplar halinde ve bir rehber eşliğinde gezdiriliyordu. Metropolit Saliba Özmen’in de misafirleri vardı. Mardinspor Başkanı (Tekin Alkan) ve yöneticileri dahil, çeşitli kesimlerden misafirler. Ben de boş bulduğum bir koltuğa iliştim; biraz sohbete katıldım ama daha çok Metropolit Saliba Özmen’i dinledim. Mutluydu; manastırın restorasyonu için gerekli izinlerin artık kolay alınabilir olduğunu söyledi: “Evet mutluyuz. Manastır, herkesin arzuladığı bir hale geldi. Mardin’de Süryani sayısı çok değil ama eksik olmasınlar, dünyanın dört yanından ziyaretçimiz var artık. Her gelen de hayran kalıyor; hem mimarisine, hem de bugünleri bu sağlamlıkta görebilmiş olmasına...”
"A>zsdxzsSon yıllarda Mardin’e gelen turist sayısında hatırı sayılır bir artış olmuştu. Mardin İl Kültür ve Turizm Müdürü Davut Deliktay, 2008’de kent ve çevresine gelen turist sayısının 680 bini bulduğunu söylüyordu. “Bunun yüzde 10’u yabancı turistler. Her geçen yıl artıyor. İl nüfusumuz yaklaşık 750 bin ve biz gelecek yıl 1 milyon turist hedefliyoruz.”
Midyat–Mardin arasında ulaşımımı sağlayan taksici Kemal Atlı, aydınlık yüzlü bir Mardinliydi. Kürtçe de Arapça da biliyordu, elbette Türkçe de. Laf lafı açtı ve “Kaç çocuğun var?” diye sordu. “Bir” dedim. “Tembel herif” der gibi baktı ve sormamı beklemeden, kendi cevabını verdi: “Benim sekiz çocuğum var.” Bir erkek, yedi kız çocuğu. “Herhalde” dedim, “erkek olana kadar çocuk yapmayı sürdürdünüz; en küçüğü erkek, değil mi?” Değilmiş. Erkek çocuk arada kalmış, öncesi kız, sonrası kız. “O zaman, erkek olduğunda, artık arkası da öyle gelir diye, devam ettiniz.” Güldü Kemal, çok şen, çok barışıktı kendisiyle. “Öyle düşündük, doğru ama inan ağabey, şimdi hiçbir çocuğumu dünyalara değişmem. Hele kızları, hele hele evli kızlarımı hiçbir şeye değişmem. Mesleğim taksi şoförlüğü, hep yollardayım, kızlarım ben eve girene kadar rahat etmezler, hep ararlar.”
En “ataerkil” mevzulardan birinde de yol alınmıştı bu şehirde. Yirmi yıl kadar önce, Kemal ya da bir benzerinden böyle bir şey duymak bir yana, kız çocuklarıyla ilgili tek bir satır konuşulamazdı; hem ayıp bir şeydi, hem de bir “eksiklik” sebebi.
Sohbeti daldan dala, dilden dile atlayarak sürdürdük; daha çok Arapça, biraz Türkçe, çok az da Kürtçe... “Suriye vizesi” dedim, Mardin’e yaklaşmak üzereyken. “Kalktığı iyi oldu, değil mi?” Çocukluk günlerimin bana en dokunan manzaralarından biriydi o “görüşme” denilen adet ya da usül. Geçmişin bir noktasında, “sınır” öyle “insan”ın kendisi düşünülmeden çizilmişti ki, bazı yerlerde köy halkının bir kısmı Türkiye, bir kısmı Suriye sınırında kalmıştı.
İşte bu bölünmenin getirdiği “acı”ları bir parça olsun hafifletebilmek için, bayram zamanları sınırda biraraya gelirdi akrabalar, tanıdıklar... Aralarında tel örgü, birbirlerinin yalnızca parmaklarına dokunabilerek hasret giderirlerdi. “Görüşme” denirdi buna ve izin verilen saatler sona erdiğinde, kardeşlerden biri Suriye, diğeri ise Türkiye’deki evine dönerdi. Ne travma! Türkiye ve Suriye arasındaki vize mecburiyetinin ortadan kalkmış olması, en fazla bu köyleri, kasabaları sevince boğmuştu.
Mardin–Midyat yolu üstündeki kasabalardan bir tek Kabala tanıdık geldi bana; o da sadece ad olarak. Yoksa 70’lerin birkaç hanelik Kabala’sı ile; şimdiki cep telefonu neonları, kola afişleri ile süslü Kabala’sı arasında en ufak bir akrabalık yoktu. Diğer köyleri, kasabaları ise adıyla dahi tanıyamamıştım. Herhalde adları değişmiş, değiştirilmişti. Yeşilli örneğin, bizim Rişmıl diye bildiğimiz köy ya da kasaba olmalıydı. Birileri “ses uyumu”nu dikkate alacak kadar takıntılı davranmış ve Yeşilli diye güncellemişti besbelli. Tıpkı yıllar önce, annemin köyü Binebil’in Bülbül yapılması gibi...
Bu ad değişikliğine alışıktı Mardin aslında. “Mardinli’yim ben, Mardin hakkında yeni ne öğrenebilirim ki?” diye düşünerek adımımı attığım Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi’nin duvarlarında, çağlar boyu şehre verilen adların nasıl değişim gösterdiğine tanık olunca yanıldığımı anlayıp, utandım: “Erdobe, Matedin, Maridin, Merde, Mardia, Merdi, Merdo, Mirdo, Merdin.”
Mardin’in tarihi Paleolitik döneme kadar (İÖ 15.000–5000) uzanıyordu. Ortada Hıristiyanlık–Müslümanlık dahi yokken bu şehir vardı. Hıristiyanlık öncesinde Subariler, Uruklar, Hurriler, Sümerler, Asurlular, Doğu Romalılar yerleşmişti Mardin’e. Derken Artuklular, Akkoyunlular, Safeviler gelmiş geçmişti buralardan ve nihayet 1517’de, Osmanlılar dönemi başlamıştı.
Bütün bu dönemlerde, her din, her dil, her ırk yan yana yaşamıştı bu şehirde. Ama Mardin’e hâkim olanlar değişip dursa da, kendisi değişmemişti.
Müzedeki kültürel çeşitlilikten, çocukluğumun Paskalya’larına kaydı zihnim. Haşlanmış-boyanmış yumurtalar, bulgurlu yoğurtlar (lebeniye), sütlaçlar, çörekler (kliçe) taşırdık komşularımıza. Onlardan da, bayram ya da değil, “şembörek” (sembüsek), kızarmış (kibbe) ya da haşlanmış (kitel ya da kbeybet) içliköfte dolu tabaklar gelirdi. “Verjinnn!” diye seslenirdi alt ya da üst komşulardan biri. “Çocuklar kokusunu aldı, birini gönder de tabağı uzatayım.”
Ne büyük bir mutluluktu; annemizin o akşam için pişirdiğini bilmiş görmüş ve bu kadarıyla bu öğünün geçeceğini düşünmüşken, “masa”ya (daha öncesi “sini”) bir çeşit daha eklenmiş olurdu. Bir çocuk için bu kadarı dahi, uçmak için yeterliydi. Aslında, anne baba dahil büyükler için de belki öyleydi.
İyi zamanlar kadar, kötü zamanların da sağlamlaştırdığı bir bağdı bu “biz ve onlar”, “biz ve diğerleri”, “biz ve ekalliyet” arasındaki bağlar. Cenazeler ya da kazalar, hastalıklar sırasında, hiç ama hiç kimse “Benim dinimden mi, benim dilimi mi konuşuyor, aynı ırktan mıyız?”a bakmazdı; gerçekten bakmazdı. Eller otomatik olarak cebe ya da yastık altına sokulur, zor zamanlar için ayrılmış paralar pullar çekilir çıkartılır ve “Al kardeşim” denirdi, “feraha çıktığında hesaplaşırız.”
Bugün Deyrulzafaran’ın da, Mor Gabriel Manastırı’nın da kapıları hâlâ açık; çanlar, çalınması gereken saatlerde hâlâ çalıyor, hem de onlarca başka kiliseyle birlikte. Ulu Camii’nin ezan sesi karışıyor, Kırklar Kilisesi’nin çan seslerine.
Müze çıkışı 1. Cadde’deki Alt Çarşı’nın kalabalığına girmeden önce, sayıları hâlâ hatırı sayılır derecede çok olan kuyumcuların vitrinlerine bakındım. Büyük bir kısmı Süryaniydi bu kuyumcuların, hep öyleydi. Altın ve gümüşten mamul çeşit çeşit, model model ziynet eşyası süslüyordu vitrinlerini. En çok da telkari çeşitleri. Bu sanatın bilirkişilerinden Suphi Hindiyerli, “Telkari emektir, sabırdır, zarafettir” diyordu. Mardin’e özgü bu el sanatının kökeninin Babil’e kadar uzandığını anlatan Hindiyerli, “telkari” işini birkaç kelimede anlatma becerisine de sahipti: “Biraz altın ya da gümüşün eritilerek haddeden geçirilmesi ve bu yolla elde edilen tellerin, özel tekniklerle biçimlendirilmesi esasına dayanır.”
Sadece altın ve gümüş değildi, Mardin’de ince ince işlenen. Çocukken, “en sert” diye bildiğimiz şeyin, yani taşın, nasıl olur da bu kadar ince ince, bu kadar bol süsler, desenlerle işlendiğini merak ederdik. O zamanki çocukların da Batman’i, Superman’i vardı. “Böyle birileridir herhalde, taş dediğin en sert şeyi, bir hazine parçasına dönüştüren” derdik kendi kendimize ya da birbirimize.
Aklımız bir parça erdiğindeyse, bunu yapanın, yapabilenin babamız, amcamız, dayımız gibi normal bir insan olduğunu öğrenivermiştik. Sok Taht’e, yani Aşağı Çarşı’ya inmeden önce yol üzerinde Yusuf ve Veysi Usta’nın, taş oyma atölyesi vardı. İçeri girer girmez, çalışanlardan biri bir kart tutuşturdu elime: “Yusuf&Veysi Ustanın Taş Oyma Atölyesi. Vazo, Minber, Mihrap, Şadırvan, Pano, Mezar Taşı, Cami, Minare, her türlü tarihi eser onarımı yapılır. Adres...”
Yusuf Usta, ayaklarının arasına kocaman bir taş sıkıştırmış, desen desen–çiçek çiçek yontmaktaydı: “Kireç taşıdır bu, aslında çok dayanıksız, hatta fazla yumuşak bir taştır. Bu nedenle, yeni çıkarıldığında rahat yontulur, her desene uygundur. Ama yağmuru, karı yemeğe başladığında, giderek sertleşir ve rengi de beyazdan sarıya döner...”
Buydu o çeşit çeşit desenlerin, yaprakların, çiçeklerin, meleklerin sırrı: Taş yumuşacıkken yuvalarını belleyip oraya kuruluyor, sonra da dirençle tutunup kalakalıyorlardı. Ne yağmur, ne kar, ne de soğuk sökebiliyordu onları; kıpırdamıyorlardı. Çok çok, yüzleri biraz renk alıyor-veriyordu ve şansa bakın ki, bu onları daha da çekici hale getiriyordu.
Oraya buraya bakınıp durmaktayken, kafamın içinde Sabancı Kent Müzesi’nde gördüğüm bir alıntı dolaşmaya başladı; Mardin’i 1930’lu yıllarda ziyaret eden mimar Albert Gabriel’in, şehir için söyledikleri: “...Bu doğu kentinde çok ender karşılaşılan bir soyluluk havası var. Sokakları nispeten bakımlı. Su bol olmasa da, havanın saflığı ve temizliği, gerçekten söylendiği kadar var. Ama Mardin’in en çekici yanı, kente girer girmez göze çarpan panorama...”
Cercis Murat Konağı’ndan, yani amcamların evinden görünen Mardin manzarasına doyum olmaz; koca ova öyle dalgalanır, öyle titrer ki gece karanlığında, bir deniz kenarındaymış duygusuna kapılmak işten bile değildir. Haksız değildi Gabriel, panorama da panoramaydı gerçekten.
Tuğmaner Camii’nin oralardan ana caddeye çıktım. Nasra Teyze’yi de ziyaret etmeliydim. Geçen yıllar içinde, Nasra Çilli, yerli yabancı bütün televizyon kanallarının ilgi odağı olmuştu. 80’li yaşını engel görmeden, türlü motifler boyamaktaydı bezlerin üzerine, daha çok da, dinsel motifler. Nasra Teyze’yi bütün şehir tanıyordu elbette, bu nedenle kolay buldum evini. Büyük bir misafirperverlikle karşıladılar beni. Gelini kahve yapmaya giderken, torununun eşi, buz gibi bir bardak su getirdi.
Etraf, boyanmış bitmiş, tam bitmemiş ya da karakalem olarak çizilmiş ama henüz boyanmamış işlerle doluydu.
Salonu enine ve boyuna kesen iplerin üzerineyse cevizli sucuk asılmıştı. Eve ilk girdiğimde de, ipe ceviz diziyordu Nasra Teyze, çocukluğumun soğuk gecelerinin en büyük ikramiyesiydi bu tatlı! Bilip bilmediğime, duyup duymadığıma aldırmaksızın anlatmaya başladı:
“Taze cevizi ya bütün olarak, ya da yarım yarım kalın iplere geçiriyoruz önce; iğne ile. Bu iş tamamlandıktan sonra üzümlerin ezilmesine geçiyoruz. Kimisi farklı yollarla yapıyor artık ama ben ve ailem, hâlâ eski usülle yapıyoruz Ikude, yani sucuğu. İçine birkaç çocuğun birden girebileceği derin kaplara üzüm dolduruyoruz, üzerine çocuklar çıkıyor ve ayaklarıyla eziyorlar. Üzümün suyunu yoğunlaşana kadar kaynatıyor ve ceviz dizilmiş, her biri bir metreden uzun halkaları içine batırıyoruz. Sonra da çıkarıp kurumaya bırakıyoruz. Sonra da afiyetle kış boyu yiyoruz.”
Evet, buydu şifre; “kış boyu yemek!” 60 ve 70’ler memleketin genel olarak “yokluk” yıllarıydı, öncesi de öyleydi. Mardin daha da zorluk içindeydi. Bu da, her şeyin daha bol ve ucuz olduğu yaz, sonbahar aylarını, kışa hazırlanarak geçirmek demekti.
İşin “tatlı” kısmı cevizli sucuk ve pestildi. Kurutulmuş sebzeler, salça, peksimet (bakısma), şehriye, kavurma (kaliye) ve etli sucuk da (şeredin) kış mönüsünün geri kalanıydı. Hayat zor muydu? Kışın karlar altında kalan Mardin’e, yiyecek içecek bir yana, gazete dahi zor mu gelirdi? Evet! Ama ne gam; hayat güzeldi ve kendi bildiği gibi akmaktaydı... Her ev kış boyu aileyi idare edecek erzağı, sonbaharda hazırlamakla mükellefti. Bunu yapabilen, açlık nedir bilmezdi; yapamayan ya da yeterince yapmayan, kış boyu “bulgur”a talim ederdi.
Başladığım yere dönmenin zamanı gelmişti. Yıllar sonra geldiğim kentin Cumhuriyet Meydanı’na... Önce, artık bir banka binası olan Lâle Sineması’nın hemen karşısındaki internet kafede oturup, kilitlenip kalmış iPhone’umdan okuyamadığım mail’lerime bakayım dedim ama sonra vazgeçtim bundan.
Meydana hâkim kahveye yerleştim, bir kere daha mırra ısmarladım. Fincanları arka arkaya devirmeme alışmış görünen garson, “Bol olsun mu, birkaç fincan içersiniz belki?” dedi. “Bol olsun” diye cevapladım; “bugün son günüm, yolluk niyetine, ölçüyü iyice kaçıracağım bu sefer.”
Sonra bu şehrin sırrını düşündüm. Yüzyıllar boyu, “eşitliği” “asıl şiar”ı bellemesiydi sır ya da şifresi. Ne din–dil, ne ırk–cinsiyet, ne de “sınıf” ayırmıştı Mardin; herkesi kollarının arasına almıştı. “Rahat bir nefes çekin, artık emin ellerdesiniz” demişti. Eh, evet; bazen zamanına ya da kralına–padişahına bağlı olarak, bu “eşitlik ilkesi” kenarından köşesinden çekiştirilmemiş, deforme edilmemiş, delinmemiş değildi ama bu ilke, şehrin zeminini döşeyen ilke olmuştu çoğunlukla.
Ezidisi–Musevisi–Hıristiyanı–Müslümanı hep ama hep yan yana yaşamıştı; yüz yıllar değil, bin yıllar boyu hem de. Ağzımızdan düşürmez olduğumuz “mozaik” sözcüğünün, gerçekten doğru olduğu, gerçekten bir karşılığının bulunduğu ender yerlerdendi Mardin.
Mırramı içerken, elinde bastonu, yaşlı bir teyze göründü merdivenlerde, zorla tırmanıyordu. Yerimden kalktım, elindeki torbayı aldım, koluna girdim, merdivenleri çıkmaya başladık. Kahvenin de olduğu düz alana gelince, “Tamam” dedi Arapça, “Etşekkerik” (teşekkür ederim)! Ben de Arapça cevapladım onu, şaşırdı. “Ya Kürt ya da Türk’sün diye düşünmüştüm, demek Arap’sın.” Güldüm. “Süryani’yim” dedim.
“Eyş tıfrik (ne fark eder)” dedi. “Motifrik şi (bir şey fark etmez).”
“Haklısın teyzeciğim,” dedim ve söylediği özlü sözü Türkçe, kendimce tekrarladım:
“Türk–Kürt–Arap–Süryani ya da Ermeni. Ne fark eder?”
Fark etmiyordu; Mardin bin yıllar boyu bunu böyle bilip böyle dönmüş, zamana böyle direnmişti. Her yerde, dünyanın dört bir yanında da böyle olmalı, fark etmemeliydi.
Yirmi bin yıla yakındır birlikte yaşamaya çalışan, gruplar–köyler–şehirler kuran ama kavgasız gürültüsüz yaşamayı beceremeyen “insan”a, Mardin örnek, hatta ders olmalıydı.
Çağlar boyu ne adlar almış, ne kılıklara bürünmüştü Mardin; ama “insan”dan yana tavrını hiç terk etmemişti. Gün gelmiş “gavur” diye bellenmişler dahi “kendinden bir parça” kabul edilmişti bu şehirde; gün gelecek, bu tavır bütün dünyaya örnek olacak, her ama her insanın “temel tavrı” bu olacaktı.
* National Geographic Türkiye Aralık 2009 sayısında yayımlanmıştır.
Paylaşım için verilen özel izinden dolayı teşekkürlerimizi sunarız.
Fotoğraflar: Selmet Güler, Güncelleme Tarihi: 13 Ocak 2010