KÜLTÜR / SANAT
KEVKEB MEDINHO (ŞARK YILDIZI)

Etnik ve Dinsel Azınlıklar - Baskın ORAN

Yok Hükmündeki Millet-i Mahkumeler

1912'de Şark Yıldızı Gazetesi

Süryani Edebiyatının 2000 Yıllık Geçmişi

Süryani Kültürü ve İçsel Dönüşüm Kitabı

Gabro: Peygamber Ocağında Bir Süryani

Süryani Mistizmi Kitabı

Risk Altındaki Süryani Mimari Mirası Yayınlandı

Ufuklarımın Manastırı

Süryanice Kitap: Savaşın ve Umudun Tesellisi

Kadim Halk Süryanilerden Şlomo

Keldaniler ve Diyarbakır

Soğan Kabukları ve Adıyaman'ın Öteki Tarihi

İstanbul Süryanilerine Bakış:Mazlum ve Makul

hepsi

Süryani Dili

Süryanilerde Tiyatro ve Sinema

Süryanilerde Popüler Müzik

Süryanilerin Müzikal Çığlığı

Süryanilerde Kilise Müziği

Süryanilerde Halk Oyunları

Süryanilerde Ölüm Gelenekleri

Diyarbakır'da Geleneksel Bir Meslek Puşicilik

Turabdin'de Siboro Geleneği

Süryanilerin Yüzyıllardır Yaşattığı Sanat: Telkari

Şarabın Süryani Ustaları

Süryanilerde Paskalya Bayramı ve Hazırlıklar

Kaybolan Bir Süryani Sanatı: Basmacılık

Süryani Geleneğinde Noel (Yaldo) Bayramı

Bir Süryani Geleneği : Hano Kritho

Taştan Çıkan Beyaz Çorba: Gabula

Turabdinin Temel Yemeği Bulgur

Babağannuç

Yemek Tarifleri

 
 
Orhan Miroglu / AFFET BİZİ MARİN
Yakın geçmişimizle yüzleşmek için önemli kitaplara imza atan Orhan Miroğlu, bu kez de dünyanın en kadim halklarından Süryanilerin bu topraklarındaki maceralarını anlatıyor.

Süryaniler çok zulüm görmüş ama barıştan yana da bir halktır, kimsenin toprağında gözü yok bu halkın... Çocukluğumun ve gençlik yıllarımın geçtiği Midyat'ta ben bir Süryani'nin, komşusu bir Arap'a bir Kürt'e haksızlık yaptığına tanık olmadım. Kimsenin de böyle bir şeye tanık olduğunu sanmıyorum. Ezidi Kürtlerle beraber pazarda, sokakta dövülenler, sövülenler, hakarete uğrayanlar hep onlardı...

Sanatkârdır Süryaniler, güvenilir ve dost insanlardır. Gümüşü, kumaşı ve taşı işlemenin ustasıdırlar. Midyat'ta, Cercis ve Yakup Ustanın diktiği elbiseleri, gömlekleri giyerek büyürdü çocuklar...

12 Eylül'e çeyrek kala, "Halkımıza ve Kamuoyuna" başlıklı ilk devrimci bildiriler Süryanilerin Midyat'taki matbaasında basılırdı.

Ama yine de, savaşmak isteyen taraflara karşı farklılığını korudu bu halk. Dağa da çıkmadı, korucu da olmadı. Dili, dini ve kültürü farklı halkların birarada ve içiçe yaşadığı köylerde ve şehir merkezinde hayat o çatışma yıllarında, kısa sürede altüst oldu. Her biri taş işlemeciliğinin birer harikası olan o güzelim Midyat evleri haraç mezat satıldı. İçinde, envai çeşit üzüm bağlarının bulunduğu topraklar sahipsiz kaldı.

Yakın geçmişimizle yüzleşmek için!

Affet Bizi Marin

Orhan Miroğlu

· Everest Yayınları
· Basım Tarihi : 11 - 2009
· Sayfa Sayısı : 203

Kitapla İlgili Radikal'de Yayımlanan Bir Yazı (Yusuf Çopur):

Orhan Miroğlu, 'Affet Bizi Marin'de canlı tanıklarıyla, en acı yaşanmışlıklarıyla 1915'ten bugüne kadar Süryanilerin dramını anlatıyor. Yazar, inkâr etmenin, hor ve yok görmenin mümkün olmadığı zeminde yazmış eserini: insan, her şeye rağmen insan.

Süryanilerin millatan önceki tarihleri, eski Mezopotamya’da yaşayan ulusların tarihidir. Hıristiyanlık inancı tüm yukarı Mezopotamya’daki halkların tek bir potada erimelerini sağlamıştır. Süryani halkının kökleri de eski Mezopotamya’nın en eski tarihsel dönemine kadar inip orada kaybolmaktadır. Tarihleri bu coğrafya kadar eski olan bu halk, nasıl oldu da kendi yurtlarından kıtalar ötesine sürüklendi? Bugüne kadar devletine karşı savaşmayan, ona isyan etmeyen, ondan sadece ‘güven’ isteyen bir toplum bugün neden evine, yurduna hasret yaşamakta? Yazdığı eserlerle yakın tarihimize ‘farklı’ bir bakış kazandıran Orhan Miroğlu, Affet Bizi Marin’de bu sorulara cevap veriyor. Canlı tanıklarıyla, en acı yaşanmışlıklarıyla 1915’ten bugüne kadar Süryanilerin dramlarını anlattığı bu eseriyle yazar, inkâr etmenin, hor ve yok görmenin mümkün olmadığı zeminde yazmış eserini: insan, her şeye rağmen insan...

6-7 Eylül’ün yansımaları

Kitapta, 6-7 Eylül olayları olarak bildiğimiz hadisenin Süryanilere yansıması da canlı tanıkların dilinden anlatılıyor. 1963 ve 64’te başlayan gösteriler amacından saparak Hıristiyan halkı hedef alır. O yıllarda ‘milliyetçilik’ duygusuyla miting ve gösteri yapılmayan hiçbir yer kalmaz. Rumların Kıbrıs’taki Müslüman halka yaptığı zulüm protesto edilirken bir yandan da ülkedeki ‘yabancı’lara gözdağı verilir. 1915’te yaşadıkları acıların yeniden yaşatılacağı korkusuna kapılan Süryaniler, büyük bir tedirginlikle ne yapacaklarını düşünürler. Süryanilerin yaşadığı Midyat’la Müslümanların yaşadığı Estel arasındaki mesafe korkutucu bir suskunlukla dolar. Kışkırtılmış kalabalıklar Midyat’a doğru büyük bir yürüyüşe geçer. Midyat’ın ileri gelenleri, din adamları toplantılar yapıp durum değerlendirmesinde bulunur. Korku, bütün Midyat’ı sarar. Dükkânlar kapatılır, sokaklar boşaltılır ve Müslümanları tahrik etmemek için kilise çanları susturulur. Protestocular çok geçmeden Midyat’a varır. İlçede yaşayan saygın Müslüman ailelerden olan Dr. Rıfat Yedigün, durumun vahametini anlar ve kalabalığa Kıbrıs’taki Rumlarla bu bölgede yaşayan Süryanilerin karıştırılmamasını, böyle bir yanlışın facia getireceğini söyler ve kalabalığı ikna eder. Dr. Rıfat, belki de tarihin en büyük katliamını önleyen bir isim olarak tarihteki yerini alır.

Orhan Miroğlu, kitabın sonunda bu acılara tanıklık etmiş Marin Bar Gello’la görüşmesini anlatıyor. Marin, amcasının, annesinin ve komşularının hiçbir sebep yokken canlarını kurtarmak pahasına (bazen bu da mümkün olmuyor) çektiği eziyetleri, bırakıldığı mecburiyetleri anlatıyor.

Yazara göre bunlarla yüzleşme zamanımız gelmiş hatta geçmektedir. Miroğlu, bugüne kadar devletine karşı isyan etmemiş, silaha sarılmamış, dağa çıkmamış bir halk olan Süryanilerin, Cumhuriyet tarihinin farklı zamanlarında maruz bırakıldıkları dramlara karşı bir ‘gönül borcu’ olarak olanları anlatıyor. Affet Bizi Marin, unutmakla hatırlamak arasındaki ızdırabı ‘insan’ı merkeze alarak anlatıyor. Kitabın sonundaki albüm de anlatılanlara şahitlik etmiş insanların gerçekliğine katkı sağlıyor.

Geçmişle yüzleşmeyi göze almak lazım

Orhan Miroğlu: Bastırılmış toplumsal hafızalar, ancak acıyı ve yası paylaşarak iyileşebilir. Acıların ve yasın paylaşıldığı anlar ise büyük oranda sanat ve edebiyat ürünleriyle oluyor. Yanılgıya kapılmayalım, en ideal siyasi sözleşmeler, programlar bile acıyı ve yası paylaşmaya yarayan sanat ve edebiyat ürünlerinden daha kıymetli değildir

Yazdığınız eserlerde (Çapraz Ateşte İki Halk: Kürtler ve Türkler, Hevsel Bahçesinde Bir Dut Ağacı, Barışa Dair Bir Hikâyemiz Olsun, Affet Bizi Marin, Dıjwar, Her Şey Bitti Ana’ya Söyleyin ve Uğur Kaymaz Kitabı) yakın tarihimizin karanlık bırakılmış sayfalarına ışık tutuyor, söylenememiş gerçeklere dikkat çekiyorsunuz. Toplum olarak tarihimizle, gerçeğimizle yüzleşmeye hazır mıyız?

Bir toplumun geçmişiyle yüzleşebilmesi, bu geçmişi sorgulaması için, uygun bir siyasal iklim gerekir. İç çatışma yaşayan ülkelerde yüzleşme süreci, çoğu kez barış süreçlerinin inşasıyla, savaşın sona ermesi ve geçmişteki hakikatin açıkça konuşulmasıyla, iç içe geçer. Bu tarihi anlarda bir zamanlar birbirleriyle savaşmış olan taraflar barışmayı kabul etmişlerdir. Yeni toplumsal sözleşmeler, yeni anayasalar, yeni bir toplumsal mutabakatla hep bu dönemlerde ve yeniden yazılır. Türkiye maalesef henüz bu aşamada değil. Ama bu aşamaya gelebilmek için Türkiye’de yeni bir süreç başladı. Türkiye tarihsel sorunları ve travmalarıyla ciddi bir yüzleşmenin eşiğinde bulunuyor. Ermeni meselesinde bir hayli mesafe alındı. Kürt sorununda ise mağdurların anlatıları, tanıklıkları giderek önem kazanıyor. Dersim hadisesiyle başlayan tartışmalar, aslında toplumun yüzleşme konusunda ciddi bir merak içinde bulunduğunu açıkça gösteriyor. Ama bu tartışmaların, toplum içinde derin bir kandırılmışlık duygusunun yaşanmasına sebep olduğunu da görmek lazım. Olsun, bu bile bence hayra alamettir.

Affet Bizi Marin’de, 1915’ten günümüze kadar, Süryani oldukları için insanların büyük dramlara maruz bırakıldığını ele almışsınız. 1915’te Süryanilere saldıranlar arasında Kürt aşiretleri de vardı. Bugün ise iki kesim de sıkı bir ilişki içinde ve “ortak bir amaç: daha fazla özgürlük” için uğraşıyor. O günden bugüne ne değişti? Bu halkları o günlerde birbirine kırdıran neydi?

Süryaniler, Kürtler, Türkler ve Ermeniler bugün Doğu ve Güneydoğu dediğimiz bölgede, yüzyıllarca iç içe yaşadılar. 20. yüzyılın başlarında anavatanları olan Turabdin bölgesinde Süryaniler’in nüfusu yüz binlerle ifade ediliyordu. İttihatçıların Anadolu’da Hiristiyan halka karşı giriştikleri etnisite mühendisliği başlangıçta, sadece Ermeniler’i kapsıyor gibiydi. Ama böyle olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Kürtler bu dönemi anlatırken ‘Fermana Fıllaha’ derler. Yani Hıristiyanların Fermanı. Evet bu lanetli ferman sadece Ermeniler’i değil, dini inancı ve kültürel farklılığı nedeniyle Türkleştirilemeyecek olan bütün gayrımüslümleri kapsadı. Kürtler ise Müslüman oldukları için Türkleştirilebilecek bir halk olarak görüldüler. İttihatçılar, Kürt coğrafyasında Hiristiyan nüfusa karşı giriştikleri bütün katliamlarda bazı Kürt aşiretlerinin gücünden yararlandılar. Bunun temelleri aslında Abdulhamit döneminde ve Hamidiye Alayları kurularak atılmıştı. 1915’te Mardin ve Midyat’ta gerçekleşen katliamlar, hem Kürt hem Mıhallemilerden oluşan ve adına ‘El Hamsin’ dedikleri infaz timleri marifetiyle gerçekleşti. Kürt aşiretlerinin hem Ermeni hem Süryani katliamlarındaki rolü, sadece İttihatçıların kışkırtmasıyla açıklanabilecek bir şey değildir. Kürtler’in burada oynadıkları rol, biraz de kendi gelecekleri için düşünülmüş ve yerine getirilmiş bir roldür. Hiristiyan halk gidecek ve onların toprakları, servetleri Kürtler’e kalacaktı. Bu bir sebep, ama bir başka sebep, daha da harekete geçirici olmuştur. Kürtlere, yaşadıkları topraklar üzerinde Batılıların bir Ermenistan kuracağı söylenmiştir. Şimdi bu dönemle yüzleşmeyi bilen ve benimseyen, bunun için o dönemde yaşamış insanların tanıklıklarına ve anlatımlarına ulaşabilen yeni bir kuşak geliyor. Bu kuşaktan insanlar şunu görüyor tabi. Süryaniler artık kendi anavatanlarında azınlıklar. Ermeniler zaten yoklar.. Türk ulusal kimliğinin inşası bu kadim halkların inkarı üzerine kuruldu. Özgürlükler yok edildi. Kürtler ise, Ermeniler ve Süryaniler gibi yok olmadılar, onlar hâlâ burada yaşıyorlar. Ama onların da talebi esasta tanınma talebinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla tarih Süryaniler ve Kürtler’i belki yüzyıl sonra aynı kavşakta buluşturdu. Her iki halk ta bugün inkar edilmemek ve hak kullanmak istiyor.

Kitabınızda Türkiye’den göç eden Süryanilerin kendilerini en rahat Avrupa’da ifade ettiklerini, Avrupa’nın bu hoş görüsünü bizim gösteremediğimizi söylüyorsunuz. Avrupa, Hıristiyan Ermeni ve Süryanilere gösterdiği ‘hoş görüyü ve sıcaklığı’ neden Müslüman Türkiye’ye göstermiyor?

Süryaniler söz konusu olduğunda mesele bir hoşgörü meselesi filan değildir. Mesele, Lozan anlaşmasında, azınlıklar için kullanılması öngörülmüş temel hakların, Türkiye’de ihlal edilmesi ve Türkiye Cumhuriyetini kuran uluslararası bir sözleşmenin ve bu sözleşmede garanti altına alınmış hakların ve hukukun göz göre göre yok sayılmasıdır . Düşünün bir kere, binlerce yıl yaşadığınız topraklarda hiçbir şeye sahip olamıyorsunuz, tarihten size miras kalan bir-iki manastırın toprakları bile size çok görülüyor ve davalarla karşılaşıyorsanız; ama buna karşılık çeyrek yüzyıl içinde Avrupa’da her şeye-kültürel ve maddi olarak- sahip olabiliyorsanız, burada ciddi bir adalet ve özgürlük sorunu var demektir. İsveç’te sadece Stokholm ve çevresinde yirmi civarında Süryani Ortodoks Kilisesi var. Ana dil öğrenimi temel bir hak. İsveç Sosyal Demokrat Parti’nin Genel Sekreteri İbrahim Baylan Midyat’lı bir Süryani. Yani bu partinin seçimi kazanması halinde Baylan İsveç’in Başbakanı olabilir. İsveç Kralının özel bütçesine karar veren insan Hasankeyfli bir Süryani. Avrupa’nın ‘Müslüman Türkiye’ye’ karşı tutumuna gelince. Bir kere, topluluğa üye ülkeler arasında ‘Müslüman Türkiye’ algısı bile bir hayli değişkendir. Bu konuda farklı tutumlar ve görüşler söz konusu. Avrupa Birliği, genişleme ve içe kapanma arasında bir tercihle karşı karşıya. Ve bu tercihin uygarlıklar ve kültürler arası yeni karşılaşmalardan etkileneceği muhakkak. Türkiye’nin üyeliği Avrupa Birliği için, Ortadoğu’ya ve Asya’ya komşu bir AB anlamına da geliyor. Avrupalıların bir kısmı böyle bir şeyin bir gün gelecek te gerçekleşecek olmasından hiç hoşnut değil. Sarkozy, cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında yürüttüğü propağandada bu hoşnutsuzluğu fazlasıyla dile getirdi. Çocuklarımıza, Irak’a, Suriye’ye komşu bir AB’yi anlatamayız ve miras olarak bırakamayız dedi. Türkiye’yi AB’ne alırsanız, ‘Kürdistan’ problemini de Avrupa’nın içine taşımış olursunuz diyerek, Fransızlar’ı korkutmaya çalıştı. Yani İslamofobi veya 11 Eylül’ün penceresinden Avrupa halini okumaya kalkmak, biraz eksik kalabilir. Ama azınlık hakları konusunda, AB’nin standartlarının henüz bir hayli uzağında olduğumuzu da görmek gerekiyor.

Türkiye’de birçok kesim özellikle darbe zamanlarında, defalarca uzatılan olağanüstü hal yıllarında tarifsiz acılara maruz bırakıldı. Bu acılar bugüne kadar bastırılıp, görmezden gelindi. Kâbus gibi yaşanan bir geçmişin üzerinden bugünün hakikatlerine uzanan bir köprü kurmak nasıl mümkün olabilir?
Geçmişi inkar etmekten artık vazgeçmek ve sonra da geçmişle yüzleşmeyi göze almak lazım. Bu, kolay bir süreç olarak yaşanmıyor. İç savaş yaşamış ülkelerde son derece öğretici, ders alınması gereken deneyimler söz konusudur. Toplum olarak yüzleşmeye, hatırlamaya çok yatkın bir toplum değiliz. Kürtler ‘Tıştê go çu mede du’ derler mesela. Yani geçmişin peşine düşme. Türkler’de ise, geçmişin acı veren yanlarını, halının altına süpürme anlayışı hakim. Tabi farklı deneyimlerden geçmiş halkların, hafıza, yüzleşme, hatırlama, sorgulama gibi konularda geliştirdikleri ulusal psikolojiler bir hayli farklılık gösteriyor. Egemen ulus konumunda olan Türkler’e geçmişle ilgili doğru bir şey söylenmedi. Ermeni tehciri, Süryani katliamı ve Kürt sorunu sebebiyle hâlâ devam eden isyan halleri. Bu konuda yaşanmış bütün hakikatler Türk halkından gizlendi bütünüyle. Ve Türk halkı şimdi artık gizlenemeyecek duruma gelmiş, Dersim hadisesinde olduğu gibi, Meclis çatısı altında bile konuşulabilen büyük hakikatler karşısında bence farklı bir travma yaşıyor. Yüzleşmenin anları diyebileceğimiz bu anlar, en başta Türk halkının belleğinde adeta şok dalgaları yaratıyor. İşte bu şok dalgalarını kırmanın en önemli yolu anlatılar yoluyla geçmişle yüzleşmeyi denemek, anlatmak ve rahatlamaktır. Bastırılmış toplumsal hafızalar, ancak acıyı ve yası paylaşarak iyileşebilir. Acıların ve yasın paylaşıldığı anlar ise büyük oranda sanat ve edebiyat ürünleriyle oluyor. Yanılgıya kapılmayalım, en ideal siyasi sözleşmeler, programlar bile acıyı ve yası paylaşmaya yarayan sanat ve edebiyat ürünlerinden daha kıymetli değildir. Diyarbakır cezaevini, faili meçhul cinayetlerde hayatını kaybetmiş insanları, dağa çıkan gençlerin ‘insanlık hallerini’ anlatabilseydik, bu savaşın kaderi değişebilirdi. Bugün hâlâ o noktadayız yazık ki, ve hâlâ sokaklar Neruda’nın şiirinde anlattığı gibi kan-revan içinde..

Açılımların gündemde olduğu (Kürt açılımı, alevi açılımı) bir dönemden geçiyoruz. Yazdığınız bu kitapla bu sürece katkıda bulunduğunuzu düşünüyor musunuz?

Böyle bir inanç taşımasam, bu kitap yazılamazdı. Çok isteyerek ve adeta ödenmesi bir hayli gecikmiş bir borcu ödemek gibi bir duygu, kitabın yazım aşamasında beni hiç terk etmedi. Şimdi belki birileri ‘bu Süryani meselesi de nereden çıktı’ diyecektir. O kadar çok fazla meselemiz var ki. Ama Affet Bizi Marin’de anlatılanlar gerçekten çok trajik ve tarihin farklı bir yönünü hatırlatıyor. Bu kitapta, bir bakıma Süryani ve Ermeni katliamı sırasında tarihe geçmiş veya mal olmuş eylem ve davranışlarıyla benim mensubu olduğum aileden bir takım insanların hayat hikâyeleri de var. Öte yandan Süryaniler’i çok az tanıyoruz. Mor Gabriel davasıyla gündeme geldiler. Bu Manastır hakkında açılan davalar sürüyor bildiğiniz gibi. Bu halka karşı yapılmış son bir haksızlık, bir günah gibi duruyor bu davalar. Hiçbir haklılığı yok.

Güncelleme Tarihi: 4 Aralık 2009, Yazar: Yusuf Çopur

 
   

   


© Copyright 2008 www.suryaniler.com
tasarım: Web Tasarım