Aras Yayıncılık’tan çıkan ‘Yok hükmünde’, bu toprakların ‘Yaşar Yaşamaz’ları olan gayrimüslim cemaatlerin tüzel kişilik ve temsil sorununu ele alıyor.
19.yüzyıl dünyanın her yerinde büyük kalkışmaların yüzyılıydı ve bu büyük hareketlenmeler kendisini takip eden yüzyılda katlanarak büyüdü.Olumlu ya da olumsuz altüst oluşların güllük gülistanlık olması beklenemez. Maalesef bu topraklarda sonuçlar ekseriyetle olumsuz oldu.
Sık sık, “100-150 yıl önceki demografik yapı korunabilseydi, ne güzel bir ülke olurduk” diye düşünmekten kendimizi alamayız. Ancak tarihsel gerçekliği, Osmanlı’nın yapısını, yükselen ideolojileri, söz sahibi olan siyasi yapıların tıynetini ve emperyalist paylaşım mücadelesini hesaba katan bir tahayyülde farklı sonuçların üretilmesinin olanakları konusunda şüpheye düşeriz.
Osmanlı’nın dört bir yanında halklar, eşit haklar, bağımsızlık talebiyle ayağa kalkarken padişah ulusların kendi kaderini tayin hakkını mı tanıyacaktı?
Balkan Savaşları sonrası Müslüman halklar süngü tehdidiyle Anadolu’ya gönderilirken bunun Anadolu’da bir karşılığı olmayacak mıydı? Türkçülük doğarken, İttihat ve Terakki, Anadolu’yu Türk ve Müslüman yurdu yapma ülküsüne kapılmayabilir miydi?
Osmanlı elden ayaktan düşerken emperyalistlerin iştahı kabarmayabilir miydi?
Baskı ve tehdit altındaki gayrimüslim halklar kendilerine uzatılan sahtekar emperyalist elleri geri çevirebilecek lükse sahip miydi?
‘Milli mücadele’ İttihat ve Terakki’den miras Anadolu’yu gayrimüslimlerden arındırma politikasını aşan bir siyasal ufuk geliştirebilir miydi?
Daha bunun gibi, olumlu şekilde yanıtlanabilme ihtimali epey düşük olan çok sayıda soru var. Neticede, geldiğimiz nokta ortada. Burası, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin değil onlardan “Döl” diye küfürler türetenlerin ülkesi. Gayrimüslimler 100 yıla yakındır “yok hükmünde”ler.
***
Bu, “Yok hükmünde” olma hali, 2016 Nisan’ında Aras Yayıncılık sayesinde kitaplaştı. ‘Yok Hükmünde’ kitabı, toplam nüfusu Türkiye’de artık ancak yüz binle ifade edilen “Müslüman olmayan cemaatlerin tüzel kişilik ve temsil sorunu”na odaklanıyor.
Kitap, bugünkünden nispeten daha farklı bir siyasal atmosferin hakim olduğu 2012-2014 arasında düzenlenen bir dizi konferansta yapılan konuşma ve sunulan tebliğlerden mütevellit, bir başvuru kaynağı olarak kurgulanmış.
Tarih itibariyle kitabın bazı yazarlarında rastlanan ümitvar ton bugün kaybolmuş olabilir. Tabii, o gün aynı siyasi iktidardan umutlu olabilmenin naifliği de ayrıca sorgulanabilir.
Ancak her halükarda değişmeyen şey, Türkiye’de gayrimüslim cemaatlerin, hukuken tanınan hiçbir hakkının olmadığı gerçeğidir. Önsözde de belirtildiği üzere, hukuken var olmasına izin verilmeyen bu kurumlar, “Hakkını arayamaz, dava açamaz. Para alamaz, harcayamaz, sözleşme yapamaz. Yardım alamaz, resmi program düzenleyemez, dini ve sosyal organizasyon yapamaz... Milyonların gönlünde vardırlar ama ülke dışında hak ettikleri itibarı gördükleri halde, Türkiye’de yokturlar...”
İşin kötüsü, Foti Benlisoy’un kitapta, Aziz Nesin’in “Yaşar Yaşamaz” karakterinin akıbetine benzettiği bu hal, devletin gayrimüslim cemaatler hakkında işine geldiği gibi tasarrufta bulunabilmesini sağlar. Yani, Yaşar Yaşamaz’a benzer şekilde, “Askere alınır ama terhis olamaz”, “Okulu bitiremez”, “Davacı olamaz”... Devletin işine geldiği zaman Yaşar, gelmediği zaman Yaşamaz.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş döneminde laiklik ilkesini gerekçe göstererek dini cemaatlerin tüzel kişiliğini tanımama yoluna giderken, aynı zamanda belli bir mezhebin, Sünniliğin devlet eliyle imtiyazlandırıldığı bir laikliği hayata geçirmiştir. Bu bakımdan öne sürülen gerekçe geçersiz olduğu kadar geçmişteki ve bugünkü tabloyu da özetler niteliktedir.
Ve aslında kitaptaki bazı ifadelerin aksine Osmanlı’nın millet sistemiyle de birbirini besleyen bir ilişkidir bu. Osmanlı’nın gayrimüslim halkları tanıyarak dışladığı, “Millet-i hakime-Millet-i mahkume” ikiliği, cemaatlere belirli bir yaşam alanı sağlasa da, eşitlik vadedememesiyle akabinde gelen güçlü dalgalar(milliyetçilik) karşısında onu savunmasız kılmıştır. “Millet-i mahkume” eşitlik tanımayan ancak farklılığı kabul edilen yapısıyla kolayca nefret objesi olarak hedef gösterilebilmiş, günah keçisi ilan edilmiş, mülksüzleştirilmiş, linç edilmiş, katledilmiştir. Nihayetinde coğrafya üzerindeki tüm hesaplar, kitlesel nüfus kırımlarıyla, pogromlarla, mübadelelerle yapılmış ve bugüne “Yerli ve milli” adı altında bir ideolojik slogan bırakacak kadar damga vurmuştur.
Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının da siyasal islamcıların da milleti bambaşka şekilde tanımladıklarını iddia ederken aynı sonuçlara varmaları bunun bir kanıtı gibidir.
Cumhuriyet’in kuruluşunda, zaman zaman solcuların dahi “96 yıl önceki çoğulculuk” diyerek yad ettiği mutabakat Millet-i hakime mutabakatıdır. Tıpkı, bugün Edoğan’ın “Türk’üyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkes’iyle, Abhaz’ıyla, Gürcü’süyle, Arap’ıyla, Boşnak’ıyla...” diye devam eden tek milletinin(ümmet) olduğu gibi.
Erdoğan’ın uzaktan bakınca “Kemalizmin aksine”, “72 milleti bir tutmuş”, “kimseye ayrımcılık yapmamış” gibi duran bu söz dizisinin özü “Millet-i mahkume”yi itinayla dışarıda bırakmasında saklı. Yani “Rum’u, Ermeni’yi, Yahudi’yi, Süryani’yi...”
İki tarif birbirini beslemiş; Osmanlı, İttihat ve Terakki’den Milli Mücadele dönemine, oradan Türkiye Cumhuriyeti’ne evrilirken “Yok hükmünde” olma hali, hukuki açıdan farklı biçimlere bürünse de, Millet-i hakimenin dilinde “Ermeni dölü”, “Yahudi dölü” olmaktan kurtulamamıştır.
Bugün, rejimin yeni bir faşist dönemece ihtiyaç duyduğu koşullarda da yine “yerli ve milli”lik kisvesi altında ezip geçilen artık nicel bakımdan da “yok” denecek seviyeye indirgenen “yok hükmündeki”ler olmaktadır.
Kaynak: Evrensel, Mithat Fabian Sözmen; Güncelleme Tarihi: 23 Mayıs 2016