Albert’i “
Seninle Güler Yüreğim” adlı belgesel romanımın, 14 Şubat 2001’de Köln Ermeni Cemaati’nde yapılan okuma ve söyleşi toplantısı hazırlıkları sırasında tanıdım. İstanbul’dan geldiğini, mimar olduğunu söyledi. Babacan, gözlerinin içi gülen, alçak gönüllü bir insan izlenimi bıraktı benim üzerimde. Boğaz’ın suları gibi dalgalı saçlarına aklar düşmüştü.
Ermeni Cemaati Kültür Kolu üyesi olarak, toplantıyı planlıyor; her şeyi bir mimar, bir mühendis titizliği ile ayrıntılarına kadar düzenlemeye çalışıyordu. Sunuş konuşmasını yaptı ve toplantıyı yönetti. Toplantı boyunca kürsüde yan yana oturduk. Çok heyecanlı ve çok duygusaldı. Konuşması sırasında bir ara sesi titredi.
Toplantıdan sonra “Bu akşam çok mutlu oldum. Rahatladım. Beynime, ellerime daha çok güç geldi” dedi. Zamanla tanışıklığımız karşılıklı sevgiye ve sıcak bir dostluğa dönüştü. Çok çalışıyor, başarılı bir mimar olarak harikalar yaratıyordu. Bir ziyaret sırasında, “Sendeki bu üretkenlik, bu enerji, bu çalışma heyecanı nereden geliyor?” diye sordum.
“Gel sana bir şey göstereyim!” diyerek çalışma masasının yanında asılı duran resmi gösterdi:
“Bak bu benim soyağacım. Bunu Suriye’de, Halep şehrinde yaşamış olan amcam yapmıştı. Ben Mardin Midyatlıyım. Atalarım köklü bir Süryani soyundan gelir. Gördüğün gibi bu ağacın birçok dalı kırılmıştır. Ana baba tarafımdan dedelerim, dayılarım 1915 felaketi sırasında katledilmişlerdir. Babamın ailesi çok zayiat vermiştir. Ninemin babasını bir kilisenin kulesinde öldürmüşler. Hiçbirinin mezarı bile yok! Bu ağaç çok daha büyük, çok daha çiçekli olabilirdi.
Büyük felaketten kurtulabilen bir ana babanın çocuğuyum. Onların ve kendimin hayatını sürdürme sorumluluğum var. Ailemiz darmadağınık olmuştur. Kimi Türkiye’de, kimi Amerika’da, kimi İsviçre’de, kimi Almanya’da yaşıyor. Birbirimizi çok az görebiliyoruz. Mesafeler uzadıkça akrabalar arasındaki ilişkiler de zayıflıyor. Bazı akrabalarımın çocuklarını hiç göremedim.
Annem Ermeni, babam Süryani idi. Anne tarafım da dünyaya dağılıp gitmiş. Teyzem ile kocası 6/7 Eylül 1955’te, esas olarak Rumlara karşı; devletin resmi gizli elemanlarınca, Başbakan Menderes’in bilgisi dahilinde planlanıp uygulanan yıkma, yakma ve yağma olaylarından sonra Türkiye’yi terk etmiş. Mimar olduktan sonra Amerika’ya gittim. Teyzemi arayıp buldum. Adı; Vartuhî idi.
MİDYAT’I ÇOK ÖZLÜYORUM
Çocukluğumun geçtiği Midyat’ı çok özlüyorum. Geceleri tahtta yatar, yıldızları seyrederdim. Bağımız, bahçemiz vardı. Bağımızın kenarında incir ağaçları vardı. Dallarına çıkar hem incir yer, hem de oynardık. Benim en büyük zevkim dalından taze incir yemektir. Midyat’ın havasını, sıcağını, meyvelerini, insanlarını ama en çok da incirlerini özledim.
Tatillerde özellikle Midyat’a benzeyen ülkelere gidiyoruz. Şehirlerdeki lüks otellerde rahat edemiyorum. Midyat’a benzeyen köylerde kalmak beni daha çok dinlendiriyor.
Hep hasretler içinde yaşadım. Sadece ben değil, benim durumumda olan insanlar da aynı hasretleri yaşadı, yaşıyor. Birçokları hasretini çektiği toprakları bir daha göremeden gözleri açık gitti bu dünyadan. Onların acıları, hasretleri, gözyaşları; mezarı bile olmayan atalarımın hatıraları beni daha çok çalışmaya yöneltiyor. Onların çektiği acıların yanında benim çektiklerim bir hiçtir. Soyağacımı bilerek çalışma masamın yanına koydum. Kendimi yalnız, yorgun, umutsuz hissettiğimde ya da başım dara düştüğünde ona bakarım. Bazan konuşurum atalarımla! Kimse duymaz beni. Ama onlar duyar, bana güç verirler. Bazen kendimi kökü çok derinlerde olan bir çınar ağacına; bazen de dalları kırılmış, ama kökleri derinlerde dipdiri duran bir nar ağacına benzetirim. Dıştan bakan beni bir görür, ama özüm bin birdir.
ATALARIMIN BAŞINA GELENLER
Ninemin babası olan dedemi, katliam günlerinde bir kilisenin kulesinde öldürmüşler. Ninem kimsesiz büyümüş. Çocukluğunda, gençliğinde çok zorluklar çekmiş. Hayatını ona zehir etmişler. Müslümanlara karşıydı. Müslümanların içtiği bardaktan su içmezdi. Ben de iyi hatırlarım. Midyat’ta kaldığım yıllarda Kürt olsun, Türk olsun herkese “Müslüman” denirdi. Çevremizde Müslüman dostlarımız da vardı.
Babamın ailesi 1915 felaketinde çok zayiat vermiş. Koskoca bir aileden sadece babamın babası bir erkek kardeşi ve iki kız kardeşi kutulmuş. Katliam sırasında dedem 5-6; kız kardeşi ise 2-3 yaşlarındaymış. Düşün bir kere! Tüm aile öldürülüyor geriye sadece üç çocuk kalıyor. Bu iki kız kardeş de Kürtler tarafından kaçırılıyor.
Çok sonraları dedem sora sora kaçırılan kız kardeşlerinin izini buluyor.
Dedem bizi, bir gün “Size bacımı göstereceğim!” diyerek Batman’a götürdü. Kız kardeşleri kendilerini büyüten Kürtler tarafından Müslümanlaştırılmış ve birer Kürt’le evlendirilmişlerdi. Dedemle birlikte Batman’a gittik. Kız kardeşlerinden birinin yanına gittik. Gizlice görüştük. Süryani olduğu bilinsin istemiyordu. Çok korkuyordu. Bir daha ne biz onu arayıp sorduk, ne de o bizi arayıp sordu. Diğer kız kardeşinin ne olduğunu ben de bilmiyorum. Dedem de bu konuda bana birşey söylemedi.
Dedem başından bir katliam geçmiş her ölüm artığı gibi insan ilişkilerinde çok dikkatliydi. Midyat’da Müslümanlarla olsun, Yezidilerle olsun ilişkilerini çok dikkatli sürdürürdü. Kiminle, nasıl, ne kadar konuşulacağını iyi bilirdi. Müslümanlaştırılmış, bir Müslüman olarak hayatlarını sürdürmek zorunda kalmış, kız kardeşlerinin başlarına kötü bir iş gelmemesi için çok dikkat ediyordu. Babam geçmişini hiç anlatmazdı. Ama geçmişin acı hatıraları canlandığında boynu bükük kimsesiz bir çocuk gibi olurdu.
İSTANBUL’DA SÜRYANİ OLARAK YAŞAMAK...
İlkokul birinci sınıftan ikiye geçtiğim sene İstanbul’a geldik. 1968 yılı olacak...
Okul hayatım hep İstanbul’da devlet okullarında geçti. Midyat’da evde Süryanice, okulda Türkçe konuşulurdu. Öğretmenimiz okulda anadilimizi konuşmamızı yasaklamıştı.
İstanbul’da ise durum daha kötüydü. Çevremde pek kimse Süryanice konuşmazdı. İstanbul’da Süryani çocuklarının gidebileceği bir okul yoktu. İsteseler bile, Süryanilerin Ermeni okuluna gitmesi yasaktı. Ermeni okullarına sadece Ermeni çocukları gidebilirdi.
Süryani kimliğim İstanbul’da silindi gitti. Kimliksizdim... Kendimi Hıristiyan bir Türk gibi görüyordum. Ne ilk, ne orta, ne de lise de okuduğum tarih, coğrafya kitaplarında tek bir kelime olarak bile Süryani yoktu. Rumlardan, Ermenilerden kötülemek için bile olsa söz edilirdi. Ama Süryanilerden hiç söz edilmezdi. Sanki Türkiye’de, dünyada Süryani diye bir halk, bir millet yoktu... Ben ise yok sayılan bir halkın, bir milletin evladıydım.
O yıllarda okullarda din dersleri seçmeliydi, mecbur değildi. İsteyen veli çocuğunu din dersine göndermeyebilirdi. Babam kesin tavır aldı, beni din dersine göndermedi. Din derslerinde beni inadına sınıfta bekletirlerdi. Tek başımaydım. Din dersi notum olmazdı, ama dersleri dinlemek mecburiyetindeydim. Mini etekli bir din dersi öğretmenimiz vardı. Benimle alay ederdi. Sınıfta beni aşağılardı. Susardım. Korkardım.
Türk sınıf arkadaşlarımla iyi geçiniyordum. İstanbul Taksim’deki Atatürk Erkek Lisesi’ne gidiyordum. Sınıf öğretmenim beni lise ikide sınıf başkanlığına önerdi. Arkadaşlarım uygun buldu. Sınıf başkanı seçildim. Askerlik ve İngilizce derslerimize giren emekli bir albay sınıf başkanı olarak beni karşısında görünce bozuldu. Bana zıt gitmeye başladı. Beni sınıfın önünde küçük düşürüyorudu.
Hastalığım nedeniyle okula gelemediğim bir gün, sınıfta “Bula bula sınıf başkanı olarak bu gâvuru mu buldunuz? Değiştirin bunu!” demiş. Bir arkadaşım durumu bana anlattı. Korkumdan sınıf başkanlığından ayrılmak zorunda kaldım. Ama askerlik dersi öğretmenimizin tavrı, konuşmaları beni çok üzdü. Kimse beni desteklemedi. Beni seçen arkadaşlar bile susmak zorunda kaldı. “Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez!” demişler. Doğru. Çocukluğumda arkadaşımın çapayla yardığı başım iyileşti. Acısı geçti. Ama askerlik dersi öğretmenimizin sözlerinin acısı hâlâ içimi sızlatır.
Okul hayatım boyunca, hiçbir zaman okulda, sınıfta kendi Süryani kimliğimi dışarı vurmadım. Gizlemeye çalıştım. Adım Süryanice, soyadım ise Türkçeydi! Kendimi ne kadar gizlemeye çalışsam da adımdan Türk olmadığım anlaşılıyordu. Bunun acısını da çok çektim. Lise yıllarındaki sınıf arkadaşlarımdan çoğu sol düşünceleri savunuyordu. Ben de sola sempati duyardım. Fakat bir gün sınıfımızda bir tartışma çıktı. Ben de bu tartışmaya katılmıştım. Okulumuzdaki solcuların lideri görünen biri bana “Ulan gâvuroğlu gâvur! Sana ne oluyor? Sana mı kaldı Türkiye’yi kurtarmak?” diyerek saldırdı. Şaşırıp kaldım! Sıkıştıklarında beni “gâvur” diye aşağılamaktan çekinmiyorlardı. Lise birinci sınıfta, derslerim çok iyiydi. Fakat okuldaki ve evdeki olup bitenler kafamı meşgul ediyordu. Kendimi derslere tam veremiyordum. Matematik öğretmenimiz Ümit Hanım bana destek oluyordu. Onun yardımları ve desteği olmasa belki de liseyi bitiremezdim.
Fenerbahçe takımını tutardım. Türk sanat müziğini, tarih dersini severdim. Kitapların yazdığı Osmanlı tarihini, Cumhuriyet tarihini iyi öğrenmiştim. Tarih notlarım hep “iyi” ya da “pekiyi” idi. Ama kendi tarihimi hiç bilmiyordum. Süryaniydim ama Süryani tarihinden hiç haberim yoktu.
KENDİ YURDUMDA BANA HUZUR YOKTU
1978’te Atatürk Erkek Lisesi’ni bitirdim. O yıllarda Süryaniler arasında yurtdışına büyük bir göç vardı. Ben de o göç kafilesine katılmak zorunda kaldım. Çünkü kendi yurdumda, doğup büyüdüğüm toprağımda bana huzurlu bir gelecek yoktu.
Şimdi gibi aklımda, tam 28 Haziran 1978 günü Almanya’ya geldim. Türkiye’de sağ sol çatışmalarının en kanlı olduğu bir dönemdi. Can güvenliği yoktu. Bir Hıristiyan genç olarak Türkiye’de kendime iyi ve güvenli bir hayat kuramıyacağımı görüyordum. Geleceğimi yurtdışında kurmaya karar verdim. Babamdan, annemden hiçbir yardım almadan, kendi başıma Almanya’ya geldim. Yaşım henüz on yedi idi.
Yer bilmiyor, gök bilmiyordum. Bir süre sudan çıkmış balık gibi şaşkınlık içinde dolaştım durdum. Sonra, kendime geldim. 1980’de Hagen’da “Studentenkolleg” denen yabancı öğrencileri üniversiteye hazırlama okuluna kaydoldum. Hem çalışıyor, hem de okula gidiyordum. Hazırlık okulunu bitirip, 1981’de Hagen Üniversitesi’ne kaydoldum.
Türkiye’de askeri rejim vardı. Ama memleketimi, ailemi, akrabalarımı çok özlemiştim. Dayanamadım, İstanbul’a gittim. Baskılar 1978’e göre daha da artmıştı. İnsanlar korku içindeydi. Bu kadar olacağını tahmin edememiştim. Ancak on gün kalabildim. Bu sefer askerlik meselesi çıktı. Bin bir zorlukla, Almanya’da öğrenci olduğumu belgeleyerek çıkabildim.
SÜRYANİ KİMLİĞİMİ BULMAM UZUN SÜRDÜ
25 yaşıma kadar ne Ermenilikle, ne de Süryanilikle pek ilgim olmadı. Almanya’daki Ermeni ve Süryani gençlerin kültürel toplantılarına, eğlencelerine, gezilerine katıla katıla kendi kimliğimi yaşama arzum içimde gelişti. Okumaya, araştırmaya başladım.
1992’de ilk olarak Ermenistan’a gittim. Turist olarak gezdim, dolaştım. Dillerini iyi bilmiyordum. 1999’da ikinci kez gittim. Gitmeden önce Ermenistan hakkında kitaplar okudum, araştırdım. Ailecek bir ay kaldık. Ermenistan’ın her yerini gezip gördük. Ermeni halkıyla daha yakından ilişki kurabildim. Köyleri, şehirleri gördüm. Tarlasında bahçesinde çalışan insanlarla oturup konuştum. Aramızda sıcak duygular gelişti. Kendimi onlara daha yakın hissettim. Arpaçay kıyısına kadar geldim. Karşıyakada Ani Harabeleri görülüyordu. O kiliseler, o manastırlar, o heybetli surlar benim atalarımın eseriydi. Hem gururlandım, hem de hüzünlendim. Kuş olup uçasım geldi Arpaçay vadisi üzerinden. Sınırlar nasıl bölüyor insanları, halkları, milletleri? Arpaçay üzerindeki İpek yolu köprüsü 36 metre uzunluğundaymış. Ana kemer ortasından çökmüş. Köprünün iki yakasındaki ana ayaklar dimdik duruyor. Bir zamanlar bu köprüden kervanlar geçermiş. Zengilik ve refah verirmiş insanlara. Şimdi ise kuzgunlar tüner olmuş başına.
Ermenistan tarafından Ani’ye bakarken geçmişi geleceği düşündüm. Bir gün bu köprünün yeniden kurulacağını, insanlara mutluluk ve zenginlik getireceğini hayal ettim. Gözüm arkada kalarak ayrıldım Ani’den. Ani gibi daha ne zenginlikler yok oldu.
***
6/7 Eylül 1955’te annemin yaşadıkları
2005 yılı Haziran ayında annemi Almanya’ya getirdim. Özlem giderdik. Annem yaşadığı olayları, oturup baştan sona anlatmaz. Lâftan lâf çıkarda, konu konuyu açarsa bazı hatıralarını anlatır. Bir akşam da öyle oldu. Misafirlerimiz gelmişti. Laf döndü dolaştı 6/7 Eylül 1955 olaylarına geldi. Annemin yüzü değişti. Durgunlaştı. Sanki bir yerlere gidip geldi. Kendiliğinden başladı anlatmaya: “Ben o günü şimdiki gibi hatırlıyorum. 16 yaşındaydım. Evimiz Kumkapı semtindeydi. Ben Kapalıçarşı’da bir terzinin yanında terzilik öğreniyordum. Çok az haftalık alıyordum. Aldığım paraları üç ay biriktirdim, akrabalarımızdan birinin düğününde giymek için kırmızı seten kumaştan bir elbise diktirdim. Bir sefer ayna karşısında giydim o kadar. Giymeye kıyamadan elbise dolabına yerleştirdim. İşte tam o gün bir akşam üzeri ellerinde baltalar, bıçaklar, sopalarla bir yığın güruh Kumkapı’daki Rum, Ermeni evlerine saldırmaya başladı. Belli adamlar Rum evlerini, Ermeni evlerini tek tek gösteriyordu. Çok korktuk. Babam “Türk bayrağı asalım! Bayrak asalım!” diye evin içinde koşturuyordu. Evde bayrak yoktu. Hemen koştu gitti, dolapta asılan benim kırmızı elbisemi aldı. Makasla kesti biçti, üzerine iğneyle hemen ay yıldız tutuşturdu. Pencereden aşağı sarkıttı. Ben dondum kaldım. Evimiz saldırıdan, yağmadan kurtuldu. Ama ben o elbisemin acısını hiç unutmadım. Bir daha da kırmızı elbise hiç almadım. Kırmızı renk bana hep o günü hatırlattığından kırmızı elbise giymedim.”
O güne kadar bu olayı hiç anlatmamıştı. Ben de bir hoş oldum. Sarsıldım.
Kaynak ve Fotoğraflar: Birgün Gazetesi /Anadolu'nun Evlatları Yazı Dizisi,
Güncelleme Tarihi: 27 Ocak 2009