Gözlerimi açtığımda gün ışımıştı.Ortalık hareketleniyordu yavaş yavaş.Her zaman ki gibi sabah duasını bitirdikten sonra, bizi en az 1600 yıllık geçmişe götürecek olan 'zaman makinamız' da kapıda hazır bekliyordu. Yola düşme vaktiydi artık. 'Yolum düştü Mardin'e, düştüm senin derdine' der şair. Biz, 'yolum düştü Turabdin'e, düştüm senin derdine' mi demeliydik, bilmiyorum ama, bildiğim yolu Turabdin'e düşenlerin hüzünlendikleridir
İlk durağımız Midyat'ın güney batısındaki Anhel köyü. Çok değil; 10-15 yıl öncesine kadar 150 Süryani ailesinin yaşadığı yer.Bugünse köyde 8 Süryani aile; ya da başka bir deyişle16 Süryani bireyi yaşıyor. Ailelerin çocukları diasporada.Yaşlı bir teyze bizi görünce duygulanıp ağlıyor.Çocuklarını ve torunlarını anımsarken,iki damla gözyaşı süzüldü gözlerinden.Yüzü ise yılların getirdiği yorgunluğu ve yalnızlığı anlatıyordu bize. Köyde, ilk defa Hristiyanlığı Anhel'e getiren aziz Mor Eşayo anısına inşa edilmiş kiliseye gidiyoruz ilk önce. Kilise 'gelin de, halimi görün dercesine' bir vaziyetteydi. Duvarlar çürümeye terkedilmiş, yıkık, dökük ve en önemlisi 'yorgun'dular. Tozlanmış ve belki de aylardır, yıllardır açılmamış bir dua kitabi buluyoruz raflarda. Ama kitap öyle bir durumdaydı ki , dokunsak 'ağlayacak' ve belki de dağılacaktı. Bu yüzden kitaba dokunmadık. Kalbimiz buruk ayrıldık kiliseden.
Ardından Mor Estefanos Kilisesi'ne gittik. Dış cephesi elle işlenmiş taşlardan oluşan kilise, oldukça etkileyiciydi. Ama çok tuhaf bir şey oldu. Dış kapını kilidi bir türlü açılmak bilmedi. Kilise kendisini terkeden Süryanilere -yani bizlere-inat mi yapmıştı bilinmez ama, birşeyi açıkça hissediyorduk; hüzün yavaş yavaş kalbimizin umutlarını kuşatıyordu.
Yönümüzü Harabale'ye çeviriyoruz bu sefer. Dolmuşta Mor Afrem'in şiirlerini mırıldanırken 'ölü' bir kent çarpıyor gözümüze. Bu,5-6 yıl önce boşaltılan Kafro Tahtoyto köyünden başkası değildi. Evlerin tümü yıkılmış adeta, 'birileri' köyü 'katletmiş' gibiydi.
Biraz sonra Harabale köyüne vardık. Köyde biraz dolaşıp temiz hava soluduktan sonra Mor Afrem ve Mor Teodoros anısına inşa edilmiş kiliseye gidiyoruz.Raftan bir kitap indirip açıyoruz. 18. yy'da yazılmış bu şiir kitabı Süryanilerin bu günkü durumuyla ve tarihe inat, başı dik bir şekilde 'ben de, ben de varım' diye haykırıyordu.
Sonrasında köyün biraz dışındaki Mor Melke Manastırına gidiyoruz.Ama manastırla eski görkeminden uzak karşılaşıyoruz.Yüzyıllara meydan okumuş duvarlarındaki sırlarını artık vermiyor bize. Bu arada dinlenmek için balkonların birinde kurulu bir çardağın altında çaylarımızı yudumlamaya başladık.Tam karşımızda ise Bagok Dağı ve yöresi görünüyor.Ve bir an için gözümün önünden o yörenin insanları geçti. Kim bilir, belki de doğdukları bu yerleri bir daha hiç göremeyecek olan bu insanlar, yaşadıkları çağa aforizmalar okuyorlardır.
Bu sırada Abuna Gabriel bize manastırın kuruluş öyküsünü anlatmaya başladı başlamasına ama, tarihi atmosferin etkisiyle olacak ki, ruhlarımız çoktan dördüncü yüzyıla; Mor Melkelerin,Mor Evginlerin zamanına gitmişti bile. Sohbet de uzadıkça uzamış eve dönme zamanı gelip çatmıştı.'Zaman makinamız' da kapıda bekliyordu.Bizi dördüncü yüzyıldan,yirmibirinci yüzyıla getirmesi için programladık onu. Nihayet eve varmıştık. Güneş,altın sarısı tarlalarla yarın tekrar buluşmak üzere,ufkun altındaki evine çekildi göz kırparak. Bizler de evimize.
Süryanilerin yürekleriyle işledikleri o paha biçilmez taşlardan yapılmış kiliseleri,manastırları harap gördükçe,yakın tarihin Süryanilere attığı o 'sert tokadın' acısını içimde tüm dehşetiyle hissetim.Gün bittiğinde yeni bir şey öğrenmiştim. Tarih, sadece okumakla anlaşılamaz, aynı zamanda yaşanılır ve hissedilir. Acı da olsa...
YAZAN: FERİT ALTINSU
İletişim adresi: feritaltinsu@hotmail.com