mara

             
 
SÜRYANİ TARİHİ
Süryaniler Kimdir?

Eski Tarih

Süryani Tarihinde Bölünmeler

Sessiz Sedasız

Kültür

Risk Altındaki Süryani Mimari Mirası İçin Çağrı

Avrupalı Süryanilerden Orman Bakanına Çağrı

Süryanilerden Tur İzlo'da Yeni Yatırımlar

Malfono Mor NARSAY ve Kendini Tanımak

Kadim Halk Süryanilerden Şlomo yani Selam var

Papaz Diril: Cevap Bekleyen Çok Soru Var

Süryani Göçüne An'larla Tanıklık

İsveç'ten Dünyaya Ezilen Halkların Haberleri

hepsi

 
 
Bejan Matur / DİYARBAKIR'IN ÜŞÜYEN VİCDANI
"Bir sabah hatırlıyorum yine bu avluda kapısını çalmıştım , "le le bu bahar, bu şenlik, bu başındaki ne güzelliktir" diyerek ellerini açmış, şarkı söyleyerek karşılamıştı beni. Hiç tanışmıyorduk. Bana değil, temmuz sıcağından korunmak için başıma sardığım şalın çiçeklerine açmıştı kapıyı o gün..."

Suriçi'ndeki  Süryani Kadim Meryem Ana Kilisesi'nin avlusunda kadınlar oturuyor. Süryani kadınlar, adları Nathali, Meryem, Şamira, Aftunya, Tehodora.

Çocuklar sarmış etraflarını, öyle güzel bakıyorlar. Adları Moşe, Gabriel, Yosef, Lukas, Yakup. Beyzar Hanım yok aralarında. 'Nerede?' diyorum 'hasta' diyorlar. Beyzar Hanım, yani Diyarbakır'ın son Ermeni'si, hasta yatağında tavana bakıp uyuyor. Yoksul, tek göz evinin duvarlarına astığı aziz ikonları Beyzar Hanım'ın acısına belli ki artık çare değil. Kocası Sıtkı Bey yol arkadaşı. Bunca zaman hiç ayrılmamış yanından. Beyzar Hanım uyuyor 'artık pek çıkmıyor avluya' dediklerinde içim acıyor. Çünkü bir sabah hatırlıyorum yine bu avluda kapısını çalmıştım. Meryem Ana Kilisesi'nin kapı aralığından başıma sardığım turuncu çiçekli örtüyü görmüş ve 'le le bu bahar, bu şenlik, bu başındaki ne güzelliktir' diyerek ellerini açmış, şarkı söyleyerek karşılamıştı beni. Hiç tanışmıyorduk. Bana değil, temmuz sıcağından korunmak için başıma sardığım şalın çiçeklerine açmıştı kapıyı o gün.

Coşkuyla selamlamıştı. Hasankeyf'ten aldığım o şala ne zaman baksam Beyzar Hanım'ın şarkısı gelir aklıma, kapıyı açışı. Beyzar Hanım artık hasta ve avluya çıkacak, ibadet edecek gücü yok... Papaz yardımcısı Saliba'dan rica ediyorum 'Lütfen Beyzar Hanım, bir merhaba dememe müsaade etsin' diye. Odasına giriyorum. Hasta, yorgun haliyle toparlanmaya çalışıyor. Başörtüsünü düzeltiyor. Hırkasını geçiriyor omuzlarına. Omuzları küçülmüş, yüzündeki canlılıktan eser yok. Diyarbakır'ın son Ermeni'si de gidiyor demek ki... Her anını fotoğraflamak, her kıvrımını yüzünün, ellerinin kaydetmek istiyorum. Suriçi'nin kasvetli havasını, insanda yarattığı korkuyu dağıtan bir neşe vardı onda. Yol arkadaşı Sıtkı Bey ile birbirlerine sığınmışlar. Aralarındaki bağ tüm kayıplara, acılara göğüs germiş. Beyzar Hanım yatağından zar zor kalkıp avluya iniyor. Yüzü bir tarih elbette ama ellerini kavuşturma biçimi çok şey anlatıyor. Yoksulluktan mı yoksa bir hakikat duygusundan mı terk etmiyor Diyarbakır'ı. Buraya tutunmuş olmayı açıklayacak sözü yok. Ama gözleri her şeyi anlatıyor.

Diyarbakır'ın Son Ermenileri: Sıtkı Amca ve Beyzar TeyzeBeyzar Hanım Suriçi'nin yoksul yeni sakinlerine komşuluk ediyor. Salça yapmayı öğretiyor onlara, kuruluk hazırlıyor, turşu kuruyor, reyhan ayıklıyor, damlarda nane kurutuyor. Onlarla onların dilinde, Kürtçe konuşuyor. Suriçi'nde her şey değişmiş. Elbette Beyzar Hanım'ın gençliğinin ahalisi yok. Gitmiş herkes. Başlangıçta kavimler halinde gidenlerden sonra gelenler de terk etmişler şehri. Şimdiki sakinler, köyleri boşlatılan, evleri yıkılanlar. Canlarını kurtarmak için atmışlar kendilerini Suriçi'nin karanlık, kasvetli kucağına. Orada en fazla duyulan, çocuk sesi. Sayıları sayılamayacak kadar çok olan çocuklar, belki de henüz büyümediklerinden sevinçliler. Gözler parlıyor. Yüzler yaşanan yoksulluktan habersiz ümit içinde. O çocukların büyümesi öyle büyük bir keder ki. Çünkü aynı son bekliyor hepsini. Büyüyüp delikanlı olduklarında köşe başlarına tüneyip, ellerinde sigara bir günaha bakar gibi bakacaklar dünyaya. Öyle ümitsiz bir bakış, öyle öfke dolu. Patladı patlayacak. Ellerinde zincir ve bıçak, gelip geçenlere korku salacaklar. O çocukları sabahın dokuzunda, ağızlarında onları başka âlemlere götüren cigaralıklarla görmek ürpertiyor. Kendini bu şehrin sahibi gören herkesin sorumlu olduğu bu manzara sadece oradan geçenlere değil, sayıları yok denecek kadar azalmış gayrimüslimlere korku veriyor.

Saliba'nın eşliğinde sokakları geçiyoruz. Behram Paşa Camii'nin önünde biriken gençler vakit sabah mı, akşam mı hiç bilmeden karanlık bakışlar fırlatıyor etrafa. Belli ki ev içlerine sığamamışlar. Belli ki dünya duman başlarında. O çocukların o halinden üzüntü duymak çare değil. Göçle gelen, yerinden, yurdundan, yerleşik değerlerinden koparılmış bu gençlerin rehabilitasyonu ne kadar gerekli bir bilinse. Herkesten sorumlu davranması beklenir ama onları suçtan, uyuşturucudan alıkoyacak bir işaret bile yok ufukta. Terk edilmiş durumdalar. Tuhaf olan, terk edildiklerinin fazlasıyla farkındalar. Onlardaki öfke ve yıkıcılık hep bundan. Suriçi'nde korkumuza eşlik eden bir dalgınlıkla yürüyoruz. Yaşlı bir Kürt 'Kayıp evinizi mi aramaya geldiniz, size yardım edelim. Hepiniz komşumuzdunuz gittiniz. Aramızda sevgi vardı, birbirimizi severdik' diyor. Biz 'öylesine dolaşıyoruz' dediğimizde, bir zamanlar yaşadığı şehri, sokakları, evini aramaya gelen Ermenileri anlatıyor. 'Çok sık geliyorlar, evlerini arıyorlar. Acı tabii' diyor.

Bu vicdanın üşümesine müsaade etmemeliyiz

Diyarbakır'da Bulunan Mar Petyun Keldani Kilisesi Diyarbakır'daki gayrimüslim cemaatin pazar ayinleri nerdeyse her hafta Meryem Ana Kilisesi'nde yapılıyor. İnsanda hüzün yaratan naif dekoru ve yoksulluğuyla, dünyadaki en güzel kiliselerden biri olan Keldani Kilisesi ise ağır bir sessizlik içinde. Kimseleri görmeseniz de, kapısı çoğu gün açık olan kilisede bir mumun yakıldığını görmek dahi insanın içini ısıtırken, duvarlara sinmiş yalnızlık, cemaatinin neredeyse tükendiği duygusu fazlasıyla hüzünlü yapıyor orayı. Kuyumcu İbrahim ve Yusuf beylerle konuşup pazar ayinini Keldani Kilisesi'nde yapmalarını rica ediyoruz. Amacımız fotoğraflamak. Cemaatleri tükenmeden onlardan bir anı kalsın istiyoruz. Bizi kırmıyorlar. Pazar sabahı Keldani Kilisesi'ne vardığımızda, ortalıkta dolaşan telaşlı küçük çocuklar görüyoruz. Beyaz entarileri giymiş, ayine melek kılığında katılmak üzere hazırlar. Kızlar fırfırlı başörtülerini bağlamış bir koro oluşturmuşlar. Diyarbakır'daki gayrimüslim cemaatin halini anlatan buruk bir sahne.

Küçük çocuklar tıpkı Suriçi'ndeki diğer akranları gibi her şeyden habersiz fotoğraf verme telaşındalar. Ama kadınlar ve yaşlılar büyük bir ıssızlık hissiyle dolular. Sanki terk edilmişler. Beyzar Hanım yine yok aralarında. Ayin başlıyor. Keldani kızlar korosu yanakları al al, hançerelerinden ilahi okuyorlar. Papaz Yusuf Efendi disiplini hiç aksatmadan ayini tamamlıyor. Sıtkı amca en önde. Sonra ağır, hasta adımlarla Beyzar Hanım görünüyor kapıda. Ne iyi etti diyorum içimden. Çünkü onu görmek, eksik bir fotoğrafı tamamlamak gibi. Gidenlerin geri gelmesi gibi onu görmek. İçeride ayin yapılırken kasım soğuğunu iliklerimizde hissediyoruz. Diyarbakır'ın bazalt soğuğunda daha da içimize kapanıyoruz. Birbirimize sıcaklığımızı hissettirmekten başka da yol yok. Burada üşüyen bu insanlar için bir şey yapmak çok mu zor diye düşünüyorum. Dünyadaki en güzel, en orijinal kiliselerden olan bu küçük kiliseyi ısıtmak neden bu kadar imkânsız? Küçücük cemaatleriyle peygamberlerine, Meryem Ana'larına dua eden bu insanların titremesine tanıklık etmek bir şehrin vicdanına nasıl sığıyor? Keldani Kilisesi'ni o üşümeden kurtarmak fikri rahat bırakmıyor beni. Çünkü bu haliyle Keldani Kilisesi'nde üşüyen sadece beden değil. Ruh da üşüyor Suriçi'nde.

Ayin bitiyor ve dışarıya çıkıyoruz. Diyarbakır güneşinin altında kürsüler dizilmiş, sıcak çörek, çay hazırlanmış. Beyzar Hanım sırtını kilisenin duvarına yaslamış hiç konuşmadan oturuyor. Elindeki bir parça çöreği zar zor yutarak güneşe bakıyor. O güneşe bakarken, kilisenin avlusunda çatısı, kapıları olmayan metruk eve dalıyorum. Geçmişin sesleri buralarda daha çok duyuluyor sanki. Ama aramızda o sesleri en çok Beyzar Hanım duyuyor. Gidenleri, dönmeyenleri sanki en çok Beyzar Hanım susarak yaşatıyor. Beyzar Hanım bu şehrin son Ermeni'si. Bu şehrin vicdanı Beyzar Hanım. Bu vicdanın üşümesine hiçbirimiz müsaade etmemeliyiz.

Yazı: Bejan Matur Zaman, İlk Fotoğraf: Kebikeç

Güncelleme Tarihi: 4 Aralık 2008 

 
   

   


© Copyright 2008 www.suryaniler.com
tasarım: Web Tasarım