Bir zamanlar Hakkari’de çok yoğun bir Asuri nüfusu yaşamaktaydı. Şehirde, 1915 soykırımı sonrası bu halktan kimse kalınmadığı sanılıyordu. Zira dağların arasında öyle veya böyle birkaç köy unutulmuştu. Bu köyler : Meer, Hoz, Geznakh, Herbole, Hassan, Bespin, Baz, İşşi, Umra, Cinit. Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesine bağlı olan Meer, bir Asuri Hristiyan köyüdür. Türkçe adı Kovankaya’dır.
Meer (Kovankaya) köyündeki insanların büyük kısmı Hakkâri’nin Tyari vadisinden gelen Asurilerdir. 18. Yy’da bölgedeki misyonerler yüzünden Doğu Kilisesinden kopup Katolik olmuşlardır ve Roma Kilisesi’ne bağlanmışlardır.
1980 sonrası bölgedeki PKK varlığı hissedilmeye başlanmıştı. Bu köyün bazı sakinleri de bundan rahatsızlık duyarak İstanbul’a göç etmişlerdi. 1990 başında köyde yaşamaya devam eden 15 aile vardı. Ama o yılın baharında bölgede büyük bir operasyon başlamıştı. O yöredeki birçok bölge boşaltılacaktı. İşte o köylerden bir tanesi de Meer köyü idi. Son 4 aile direnmek istedi, çıkmak istemedi ama hiçbir seçenek yoktu. Köylüler daha köyü terk etmeden askerlerle birlikte gelen köy korucuları ( özellikle Hristiyanlardan nefret edenler) evleri yağmalamaya başlamışlardı.
En sonunda köyde kimse kalmamıştı. Son 4 aile İstanbul’a ulaşıncaya kadar Meeryayelerin bir kısmı kaçak yollarla Fransa’ya ulaşmıştı. 1984’ten itibaren köyün muhtarı amcam Hürmüz idi. Onun ailesi bu 4 aileden bir tanesiydi.
1991 de bazılarımız Türkçe bilmemesine rağmen okula başladı. 1992’deki yeni çıkan köye dönüş kanunu ile muhtarımız da geri dönmek istediğimizi gerekli mercilere iletti. Sonunda bu 4 aile tekrar geri dönmeye karar verdi. İşte hikâyemiz burada başlıyor.
1992 nin Haziran sonuydu. Okullar kapanmış köye dönüş için gerekli hazırlıkları yapmıştık. Almanya’dan gelen bazı gazeteci, avukat, STK temsilcilerinden yaklaşık 30 kişi köye varıncaya kadar bizlere eşlik edecekti, hikayemizi yazacaktı. 3 gün sonunda, geçe 12’de ay ışığında köye varmıştık. Sabahın gün ışığında gazetecilerle birlikte köyü gezmeye başladığımızda, köydeki bütün taş evlerin yıkılmış, yakılmış olduklarını acı içinde izledik.
İlk olarak tarlalar sürüldü, evler tekrar inşa edildi. Kış gelmeden her ailenin başını sokabileceği bir evi vardı. Tanrı köyümüzü ve içindeki her şeyi kutsamıştı, bereketini üzerimize yağdırmıştı. Her şey boldu. Hepimizin keyfi yerindeydi ama bu uzun sürmeyecekti.
1993 ün baharından 1994’ün baharına kadar neredeyse her hafta bölgede askeri operasyon yapılıyordu. Yüzlerce asker korucularla birlikte köye gelip arama yapıyor, insanların psikolojilerini bozuyordu. Sadece kara harekâtı değil, hava harekâtı da çok yoğundu. Her an köyün üstünde helikopterler gezer ardından savaş uçakları beliriverirdi. Ormanlarımızı bombalıyorlardı, köyün içlerine kadar bomba fırlatıyorlardı. Her aile evinin altında ve birkaç yüz metre uzağında saklanmak için 2’şer sığınak kazmıştı. Her an bulunduğunuz konumun biraz yakınında bomba düşebileceğini hayal edebiliyor musunuz?
Bir keresinde iki kuzenim, Fikri ve Ercan, koyunları otlatmak için tarlalara inmişti. Bir anda bir savaş uçağı… Çocukların üzerine bir bomba atıyor, yere uzanıyorlar. Yaklaşık 1m olan bu devasa bomba patlamıyor. (2012 yılında köye ziyaretimizde o bombayı yerinde buluyoruz)
1994 baharı Ercan ve Edip, İstanbul’da çalışıp biriktirdikleri parayla köye gelmek için yola koyuldular. Uludere’ye vardıklarında bu gençler gözaltına alındı. Bir daha onlardan haber alınamadı. Bir umut ile 17 yıldır resimleri Cumartesi anneleri tarafından Galatasaray lisesinin önünde taşınıyor.
Mayıs ayında yüzlerce asker köyün etrafını sardı ve bir kısmı korucularla birlikte köye indi. Çıkmamız için bize yalnızca 3 saat tanımışlardı. Korucular talana başlamışlardı bile. Babam bunun üzerine evin yapımında kullandığı tüm ahşapları toplayıp evin önünde ateşe verdi ve ağlamaya başladı.
Diğer bir Asuri Hristiyan köyü olan Geznakh’a (Cevizağacı Köyü) sığınmak için yola koyulduk. 2300m yükseklikteki Meydanoke yaylasına vardığımızda Radio dan bir anons geçildi: Beytüşşebap’ın Kovankaya (Meer) köyünde 30 PKK’lı öldürüldü. Bu bizim sayımızdı.
Geznakh’ta yaklaşık bir sene kaldık ama orda da rahat değildik. Erkeklerin hepsini yardım ve yataklık ediyor iddiası ile tutukladılar. Gerekçe olarak da köpeklerimizin geceleri çok havlamasını öne sürdüler.
Sonunda 18 yaşındaki kuzenim ve dedem (80 yaşında), 2 günlük gözaltı süresinden sonra serbest bırakıldı. Sahip oldukları her şeyi ucuz bir fiyata satıp bir kamyon ile İstanbul’a geldiler Diğer bütün erkekler sorgusuz 1 yıl boyunca hapiste yattı. Sonunda tekrar İstanbul’a ulaşmıştık.
Çoğumuz bu yaşadıklarımızın üzerine Fransa’ya, akrabalarının yanına gitmeye karar verdi ama sadece bir aile gidebildi.
Amcam köyü hepimizden çok seviyordu. Her sene tekrar köye gitmek istediğini söylüyordu. İstanbul’da yaşamak onun için hastalık demekti, ölmek demekti. 2010 yılında Beytüşşebap’a kadar gidip askeri makamlardan köyü ziyaret edebilmek için izin istedi. Ona sadece bir gün vermişlerdi. Güvenliğini sağlayamayacaklarını söylediler. O sene eşi Beybune ve oğlu ile birlikte uzun yıllardan sonraki ilk ziyaretlerini gerçekleştirmişlerdi. 2011 yılından sonra her yaz köye gitmeye kadar verdi. Önce 2 kişi sonra 5 kişi. Sayı giderek arttı. Bu yaz sayımız 20’ye ulaşmıştı. Köyde doğup da 20 yıldır ayak basmayanlarımız; köye varır varmaz tarihi yolculuk yaptık, bütün eski anılar bir anda canlanmaya başlamıştı. Biz gençler İstanbul’da büyümüştük.
Doğduğumuz köyden hafızamızda kalan birkaç anı vardı ama sanki köy sadece bir hikâyeden ibaretti. Ne zaman ki ayak bastık, gözlerimizle gördük; anladık ki bu gerçekti. 20 yıldan fazla şehirde büyümüş, okumuş ama sonra köyde yaşamayı hayal etmeye başladık. Köyün büyük toprakları vardı ama çoğu eğimli ve dağlık araziden oluşuyordu. Üstelik bütün bu topraklar sahipsizdi, terk edilmişti sahipleri tarafından. Bakım istiyordu, yeşermek meyve vermek istiyordu.
2013 yaz ayında köyün bütün sınırlarını gezdik. Köyün merkezinden dış sınırlara ulaşmak için bütün yönlere en 3 saat bir yürümek gerekiyordu. Çoğu ormanlık alan zaten 1990-1994 arası savaş uçaklarının bombalamaları sonucu yanmıştı. Ama doğa kendini devamlı yeniliyordu. Ta ki 2010 yılında bütün köyün ateşe verilmesine kadar. Kim tarafından ( askerler veya korucular) yapıldığını tam olarak bilmiyoruz ama köyü öyle bir yakmışlardı ki zarar görmeyen bir ağaç bile kalmamıştı. Bugün köyün içinde yeniden yeşermiş olan her ağacın dibinde yanmış kömür izleri var. Bütün arazinin üstünde yenmiş ve paslanmış konserve kutuları, boş kovanlar, yakılmış evler, kiliseler… Bazı Kürtler bizim gitmemizle hazine avına başlamışlardı. Onlara göre her Hristiyan köyünde muhakkak define olmalıydı. Kayanın içindeki Marta Şimoni Kilisesinin dış cephesi ağır silahlarla tahrip edilmiş, kilisenin içi hazine bulmak umuduyla kazılmıştı.
Bütün bunlar biz gençleri daha da kuvvetlendirdi. Neden tekrar köye dönmemiz gerektiğini kavramamıza neden olmuştu. Bu topraklara ya sahip çıkacaktık ya da Kürtler bu köye de el koyacaklardı.
2011 yılında köye ulaşmak için 7 saat yürümek gerekiyordu. Sonraki yıl bölgeye bazı göçerler geldi. Peynirlerini satmak için bulundukları noktaya kadar geçici kaba bir yol güzergahı açtılar. O noktadan köye ulaşmamız 3 saatlik yürüme mesafesine düşmüştü. 2014 Ağustos sonu Şırnak Belediyesi bu işe el attı ve köyümüze ulaşacak olan yol açılmaya başlandı. Bu bizim için tam bir müjdeydi. 3 senedir bunun mücadelesini verdik, sonunda gerçekleşmeye başladı. Ama eksiklerimiz, ihtiyaçlarımız bitmedi.
Şu anda köyde iki ev inşa edildi. Evler iyi kesilmiş taş ve kavak ağacından inşa ediliyor. Çimento, demir, tuğla kullanmıyoruz. Köyde neyimiz varsa onu kullanıyoruz.
Ben 2 senedir evliyim. 15 aylık bir kızım var. Eşim Fransa’da doğup büyümüş. Onların köyleri Hoz, köyümüze komşu olan tek Asuri Hristiyan köyü. 1930 civarında, Kürt bir aşiret - Babatlar- onların köyüne giriyor. Birkaç kişiyi öldürüyorlar ve köylüleri korkutuyorlar. Hepsi kaçıyor. Bir kısmı bizim köyümüzde bir kısmı Silopi’ye bağlı Bespin köyüne yerleşiyor ama çoğu Irak'a kaçıyor. 30 yıldan beri onların köyünden Hoz’u ziyaret eden ilk kişi oluyor. Çok duygulanıyor. Ufak bir aile olarak orada yaşamayı hayal etmeye başladık. Kendi topraklarımızda, özgürce yaşayabileceğimiz basit ama huzurlu bir hayat.
25 yıl aradan sonra yeni papaz olan Peder Remzi, Marta Şimoni kilisesinde bir ayin yaptı. Bu ayin esnasında hepimiz duygulandık.
Hayatım boyunca 3 defa bu köyün yeniden inşa edildiğine tanık oluyorum. Dedem ömrü boyunca 7 defa tanık olmuş. İşte bizim umudumuz bu. Bu topraklara her zaman bir umut ekmek bizim görevimiz olacaktır.
Değerli genç şehitlerimiz Ercan ve Edip’i saygıyla anıyorum. Mekânınız cennet olsun.
Yazı ve Fotoğraflar : Asur Ferit Banipal ; Güncelleme Tarihi: 8 Eylül 2014