| 
	 
	“Kurban’ın Kusursuzluğu”   
  
(Mısır Firavunu Ramses ile  Hitit Kıralı Hattuşili III   
  
Arasındaki Antlaşma  Hükmü ve  İslamın Abdest Ediminin Kökenleri Hakkında )  
  
   
  
   
  
İsa’dan önce  yaklaşık 1285–80 sıralarında,Mısır ile Hitit, Kadeş savaşından sonra, aralarında  yazılı bir antlaşma yapmışlardı [- 1278 (+- 50)].  
  
Ramses II ile  Hattuşili III arasında imzalanmış; Hititçe ve  Akadca olarak   yazılmış bu anlaşmanın bir bölümü (yaklaşık olarak)  şöyleydi:  
  
   
  
«Bir kimse Mısır’dan kaçar ve Hitit ülkesine gelirse, Hitit kıralı onu ülkesinde tutmayacak, Ramses in ülkesine döndürecektir...   
  
   
  
Bir ya da iki ya da üç ya da,(daha çok ) … Adam Mısır’dan kaçarlarsa,(onlar da ) Ramses in ülkesine iade edilecektir…   
  
   
  
Bunlar öldürülmeyeceği gibi, gözlerine, ağızlarına ve ayaklarına da dokunulmayacaktır. »   
  
  
Antlaşma belgesinde  yer alan, kaçak kişilerin  “gözlerine, ağızlarına ve ayaklarına da dokunulmayacaktır” hükmünü, onlara “bir kötülük  yapılmaması” biçiminde yorumlamak ve tanıtmak çok yanlış, eksik bir sunum olur. “Göz, ağız ve ayaklara”  yönelik gösterilen bu hassasiyetin şimdi anlaşılan anlamda ‘sağlıkla’  bir ilgisi olamazdı.  
  
   
  
Eski tarihi, onun kayıtlarını, bu kayıtlarda yer alan kavramları günümüzün değer ölçüleri içinde ele alma yanılgılarını artık düzeltmemiz gereklidir.  
  
   
  
Bu anlaşma metninde, özel olarak,  “göz, ağız ve ayak”ların bilhassa ifade edilmesi, ilgili topluluğun, metine göre, bu uzuvlara o dönemde, neredeyse kişinin “öldürülmesiyle” eşit değerde önem verdiklerini; bu tür organların önemsendiğini gösteriyor.   
  
   
  
Bu nokta, bizi, aynı zamanda İslam’ın veya Museviliğin  tanrılarının  sunulacak kurbanlarda aradığı  “göz, ağız veya ayak”  bakımından özel  olarak, “sakat” olmaması özel itinasının gerekçelerine de taşımaktadır. Tek gözü  kör, bir ayağı kırık  bir  kurban hayvan, bu tanrıların çok ‘iğrendiği’ sunular arasına girmekteydi. Şimdiki Diyanet de, çok sık olarak, kurban hayvanın şimdi kulağına takılan damganın kurban hayvana bir “halel” getirip getirmediği üzerine  “ dinsel bakımdan açıklamalar” yapmasına yol açmaktadır.  
  
   
  
Eski toplumda kişinin uzuvları çok önemli idi, çünkü orada  “parmak, el, kol, bacak, dil, dudak, kulak kesme, göz çıkarma, diş kırma”...  kutsal adak edimlerinde ‘sunu organ’ları olarak kullanılmış görünüyor.  
  
   
  
Daha sonra bu uzuvlar (en azından bir bölümü) , ceza  işlemlerinin  konusu olarak ele alınmaya başlanmıştı. Bunları  çok açık  kanun hükümleri haliyle Hammurabi ve Assur yasalarında veya  dini kitaplar olarak  Avesta’da, Eski Ahit’te,İncil’de, Kuran’da da buluruz.  
  
   
  
“Eski kulağı kesiklerden..” ; “kızını dövmeyen dizini döver” ; “başım gözüm üstüne” ; “ iki gözüm çıksın ; önüme aksın...” ;  “elim kolum kopsun ...” ; “dilin kopsun..” ; “gözünün yağını yediğim..” ;  “gözünü sevdiğim” ;  “iki gözünden öptüğüm..” ; “gözü çıksın”  vb. , vb.  denildiği zaman, eski tarihte, bireyin, önce kutsal adak ve sonra da ‘kutsal ceza’sı için  hedef alınan organlarının hangileri olduğu ve bu organların  adanma türü hakkında  bir fikir edinmiş  olmalıyız.   
  
   
  
Eski toplumdan devir aldığımız  bu tür kavram, deyim ve kurallar  eski toplumun kendi gerçek koşulları  içinde değer bulur. Saç, sakal veya kaşlarına bıçak, makas veya ateş değirmeyi (‘ütmek’) en büyük günah veya aşağılanma davranışlarından biri olarak kabul eden dini inanca sahip birisini berber koltuğuna oturtmak kadar büyük bir ‘kötülük’ olamazdı. “Ütmek” ve “ütülmek” kavramlarının  aynı zamanda, farklı alanlarda, “yengi” ve “yenilginin” karşılığı olarak kullanılabilir kavramlar olması,  ateş kült tapınım dönemindeki eski toplumda  “yenen”in  ve “yenilenin”; “galip gelen” ile “mağlup olanın” karşılaşacağı sonuçlar hakkında da bilgi vericidir. Hıristiyanlığın ateş kültünün daha etkili olduğu ön kaynak topluluklarında kadının saçlarının kökten kesilmesi de bu yüzden bir ‘ceza edimi’ olarak uygulanıyordu. Doğal olarak “Peruk kültü, kaş yolma” falan da ancak bu tür uygulama alanlarında oluşabilirdi. “Kıl kültü”nün “ateş kült” alanlarında ortaya çıkması, konumuzun  yakma-yakılma kurban sunum biçimiyle olan bağına açıklık getirmektedir.  
  
   
  
   
  
Türkiye tarihinde, Alevi Babalarının sakal ve bıyıklarının görevliler tarafından, zaman zaman, kesilmesinin veya kesmekle tehditlerinin  anlamı da  “ceza” idi  zaten. Eski yazılı yasalarda gördüğümüz gibi, orada çok ciddi bir suç işlemiş “suçlu biri”nin cezası, sadece  ‘saçı-sakalı kesilecek” denilerek uygulanabiliyordu ve bu oldukça ‘ağır’  bir ceza idi. Buna karşılık İslam’da, “saç kesme”, aynı zamanda kutsal bir edim olarak  yer alıyor. Hac öncesinde, imanlı aday mutlaka baş “tıraşı olacak” ve tıraş olduktan sonra da elini tıraş olmuş kafasına doğru bile götüremeyecektir! Çünkü tıraşın açığa çıkardığı ‘kelin’ ve bu kelin üzerindeki damganın örtülmesi; saç biçimini değiştirme tehlikesi vardır! Konuyu bu tarihsel ve toplumsal derinliği ile kavramayan birisi bakımından, elbette Tanrının bu ‘kıllara’, ‘baş saçlarına’ gösterdiği hassasiyet, olsa olsa ‘hurafe’ olabilir!  
  
   
  
Eski tarihte bir topluluk bakımından ceza olan edim, giderek de başlangıçta kutsiyet özelliği taşıyan organ veya vücut  bölümlerini  (ki başlardaki saç ve kesimi  böyledir) ,konu edinmektedir. Bu süreç içinde, aynı toplulukta, başlangıçta  ‘adak’ edimi olan uygulamaların zamanla  ‘kutsallık’ kazandığını da görüyoruz. İsa’nın Ürdün nehrinde, bütün vücudu suya batacak şekilde “su ile vaftiz” edimi, erken Akado-sammaru toplumlarında canlı ve ölü insan kurbanların Nehir ve Denize atılması olarak yerine getiriliyordu. Aşil’in vücudunun diğer yanları değil de, sadece  “topuğu”  ölümsel özelliğe sahip ise, bunun nedeni o noktanın “suya değmemiş” olmasıydı.  Vaftiz, yani ‘kurtarma edimi’, erken dönemin gerçek öldürme veya adak edimlerinin sembolik hale getirilmesinden başka bir şey değildir. Ateşten atlayarak ‘sağlık bulan’, ‘arınan’  imanlının, erken ataları, doğrudan doğruya ateşte yakılan, kurban edilenlerden oluşur. Bu geç torun da bu nedenle, ‘ateşten atlarken’ sembolik olarak ateşte kurban edilmiş varsayılır. İsa da bu nedenle Ürdün nehrindeki Vaftiziyle “yeni bir kişilik” kazanmıştı.  
  
   
  
‘Bayram tıraşı’, ‘damat tıraşı’, ‘gelin başı’  vb. de  günümüzde hala uygulama ve inanç  alanı buluyorlar. Fakat “gelin damat hamamları” yanı sıra, bu tür ‘tıraş’ların nedeni hakkında bu temizliği  ‘fiziksel temizlik’ noktalarında aramak son derece hatalıdır. Bu farklı edimler, bir topluluk için gerekli kural iken; öteki topluluk için başlangıçta bir  ‘ceza’ idi. Sentezleşme süreci içinde genelleşen bu tür uygulamalar ile, ilgili kişiler, “geçiş ritüelleri”ni yerine getirmekte; sembolik  olarak ölmekte; sembolik olarak kurban edilmekte  veya  baş tıraş ve damgaları ile farklı toplum birim aidiyetlerine (erkek ise, iç güveylik yoluyla  karısının; kadın ise, ‘gelin gitmek’ yoluyla  kocasının toplum birim aidiyetine )  geçmekteydiler.  
  
   
  
İslamın abdestindeki  “baş meshi” de bu noktayla  çok ilgilidir. Başın avuç içi kadarlık ön bölgesinin ‘meshi’nin fiziki temizlikle en küçük bir ilgisi yoktur. Sağ avuç içi ile ‘meshedilen’, başın tıraş edilmiş o kısmına vurulmuş aidiyet damgasının arındırılmasıdır. Bütün din adamlarının değişik takkeler takması; Musevilerin avuç içi kadar olan bir bez parçasını kafalarına iliştirmeyi varlık nedeni derecesinde önemli görmelerinin nedeni, ‘takke düştüğü zaman kelin’; kelin olduğu kısımda ise Tanrının Kabil’den beri bastığı  “tanrıya kölelik”, “tanrı kulluğu” damgasının görünmesini  engellemekti. “Dövmenin tarihçesi”ni tanımadan yazılmış ‘inceleme’lerin yapıcısına da, okuruna da yeterince yarar sağlayamayacağı açıktır.   
  
   
  
Eski toplumun özel olarak bahsettiği ‘kel’lik, doğal saç dökümü ile ilgili bir ‘kellik’ değildi. Bizdeki Keloğlan anlatımlarının ‘kel’ oğlanının da, kaynakları bakımından, şimdi anlaşılan anlamıyla  “kel” olmamış olabileceğine dikkat çekmiştim. Eski toplumda bu kişilerin saçları özel olarak kesilmişti ve kesilen bu bölgeye damga vuruluyordu. Bu ‘keli’ gizleyen takkelerin farklı takım biçimleri; İslamın  baş meshindeki özel bölge tanımı, damga vurulan  bu baş bölgelerinin bile, eski toplumda farklı kısımlar olarak ayrıştırıldığını göstermektedir. Hammurabi yasalarında, “başın yarısının tıraş edilmesi’ ceza hükmü; özel olarak  “kölelik tıraşı’ ve bu tür tıraşlar yoluyla  “kölelik damgasının örtülmesi’ ile ilgili hükümler bağıntısında bu hususu büyük ölçüde açıklığa kavuşturmuştuk. Takke düştüğünde görünen ‘kel’ nokta, anlaşılıyor ki, bireyin aidiyet damgasının basıldığı, giderek, daha sonra sadece basbayağı ‘kölelik’ mührünün vurulduğu alanlardı. Midas’ı tıraş eden berberin gördüğü ‘boynuz’lar veya ‘eşekkulakları’,bir damgaya ilişkin olmalıydı...  
  
   
  
Bugün İslamın, çok özel bir davranış biçimiyle, abdestinde, ‘başın methedilmesi’ edimi, tam olarak, başın belli bir bölgesinin meshedilmesi ile özellikle sınırlanıyorsa ki, böyle olduğunu yazılı belgeler üzerinden gördük, bunun fiziki ‘temizlikle falan ilgili olduğunu ileri sürmek olanaksızdır..  
  
   
  
Bu tür noktalardan yola çıkarak diyebiliriz ki, İslamın abdestinde  söz konusu edilen bütün organlar, bir fiziki temizlik konusu olan alanlar  değil, “ağız, kulak, burun, baş, el, ayak” gibi, geçmişte, Arap kabileleri arasında kişi adak eylem alanları olarak kullanılan noktalardan oluşmuş olmalıdır. Abdeste verilen önemin ardında, çok eski olmayan tarihlere kadar Arap toplulukların bu somut organları  “adak organları” olarak kullanmaları yatmaktadır. Abdest edimiyle  bu organlar sembolik olarak adanmış olmakta ;   ‘arındırılmaktadır’.  
  
   
  
Bu organların, eğer abdest ‘bozulmuş’ ise [ Ki bunun ‘bozulmaması’ da çok zor: İslami inançta ‘tuvalete çıkma’nın ; ‘küçük su dökme’nin ve hatta  ‘osurma’nın  bile  abdest’i  neden ‘bozuyor’  olarak kabul edildiği konusuna bağlı olarak , kutsal kitaplara kadar giren  ‘insan ve hayvan boku’ konusu üzerinden  geri dönmemiz gerekecek… ] ; günde 5 kez yinelenmesi edimi, muhtemelen eski Arap  farklı kabile yapısının sentezleşme süreci içinde gerçekleşmişti. Çünkü, aslında, her farklı toplum birim için bu organlar farklı olmalıydı. Hatta belki de topluluklar bu tür organ adlarıyla tanımlanıyordular.Bugün bile, herhangi bir oğul veya kişi hakkında “o,benim sağ kolumdur” ; “o benim gözüm,kulağımdır”  dediğimiz zaman bu eski tanım biçimi kalıntısını  kullanıyor olabiliriz…Eski tarihte bir toplum birim için sadece “sağ ayağın” veya sadece “sol kulak”ın  veya sadece “sağ elin” adak edilmesi türü uygulamaların var olduğu bir aşamadan geçilmiş olmalıdır. Bunu, örneğin  İsa’nın havarilerinin “ayak yıkama”  ediminden; ceza hükümlerindeki “sağ (veya sol ) el”in; çapraz olarak “sağ ayak-sol el”; “sol ayak-sağ el” kesilmesi kuralından ;  öpme uygulamalarında   ya sağ elin ya da sol elin ( hatta bu ellerin bazı parmaklarının) öpülmesi “kutsal uygulamalarından”;  İslami abdeste  başlamanın  “önce sağ el” olması gibi uygulamalardan  anlıyoruz.  
  
   
  
Dini kayıtlarda, Eski Ahit ve Kuran’da ‘kurbanın lekesizliği, kusursuzluğu’ istendiğinde ise, bazı modern  ateistlerimiz  veya oldukça bilgisiz bazı  ilahiyatçılarımız bundan ‘kurbanın sağlık’la ilgili durumunu ‘anlayan’ yorumlara kalkışmaktadırlar. “Kusursuzluk”  kavramına eski dinsel metinlerden itibaren rastlıyoruz. Eski Yunan edebiyatında da  “ kusursuz oğul ve kız evlat” vurgularına dikkat çekmiştik. Burada ifade edilen ‘kusursuzluk’, ilgili bireylerin adak organ sunusu edimine tabi olmamış olanlardı. Buna karşılık “kusurlu insan” kavramı da, muhtemelen bu tür organları adak sunusu olarak kullanmış topluluk insanlarına ait olarak kullanılıyor olmalıydı.  
  
   
  
Bu eski kurallar, belki zamanla  “sağlık”la ilgili bir konu haliyle anlaşılmış olabilir... Hatta Musa ve Muhammed de bunu böyle kavramış olabilirler; muhtemelen de öyleydi... Bununla birlikte, şimdi elimizde bulunan, Musa ve Muhammed döneminden   daha eski olan kayıtlar gösteriyor ki, bir koç veya keçinin boynuzlarından birisinin kırık olmaması, bir öküz veya dananın sabana koşulmamış olması gibi kuralların  sağlıkla ilgili bir gerekçesi yoktu. Hatta bir sunu hayvanın alnında yıldız biçimli bir ak kıl kümesi’ varsa, bu bile kurban edilemezdi. Ana sütü dışında bir yiyecekle beslenmiş  veya  arpa yemiş ise, ya sadece bu tür hayvanlar  kurban edilmeli veya kesinlikle kurban edilmemeli idi.  Sunulacak hayvan kurbanlara ilişkin bu tür ayrıntıları  ve bu “ayrıntı”ların ilgili toplumlar bakımdan hayati önem taşıdığı olgusuna ilişkin örnekleri  “Akkad ayinleriyle” ilgili olarak yayınladım. Oradan izlenebilir.   
  
   
  
“Kurbanın lekesiz” veya “kusursuz”  olması kuralı (iğfal edilmiş bir genç kıza, Türkiye’de günümüzde bile,‘lekelenmiş’ gözüyle bakılır ve ona  ‘lekeli’ denilir ve öteki dillerde de galiba ),kurban edilecek hayvanın daha önce, bir başka tanrı/ilah’a adanmamış, ondan kan akıtılmamış, kanını içmek için, sağına soluna oklarla delik açmamış, farklı tanrı/ilahlara bir aidiyet simgesi olarak  damga-boya sürülmemiş olma gibi özellikleri tanımlıyordu.  
  
   
  
Bir İnanna ilahisinde ,‘Kuli anna’, ‘Kuli Enlil’, ‘ama uşumgal anna’ vurgularıyla da tanımlananan Dumuzi için,aktarıcı toplum birimimiz,İnanna ya  O nun  eli ayağı  hakkında şöyle  dedirtmişti:  
  
"O karşıma çıktı  
  
Efendi, Kuli anna (Dumuzi) karşıma çıktı.  
  
Efendi, eliyle elimi tuttu  
  
Uşumgal anna bana sarıldı"  
  
....  
  
"Efendim, eli ayağı kusursuz ve düzgün,  
  
Ama-Uşumgal anna, Sin’in damadı  
  
  
   
  
   
  
Özellikle Mısır’da, erkeklerin  parmak, el, kol, bacak, kulak adak edimlerinin yaygınlığının, Fıransızların Napolyon dönemindeki Afrika çıkarmaları dönemine değin devam etmiş olduğunu, o dönemi anlatan, belgeler üzerinden de tanıyoruz. O dönemin tarihçilerinin, Mısır’da askere alınabilecek ‘sağlam bir adam’ın   neredeyse yokluğu üzerine sözleri, belki bir abartma içeriyor olsa bile, o ülkede bireylerin “adak organ” edimine ne kadar önem vermiş olduklarını göstermektedir. İsa döneminde bile, “ölüm cezası”na çarptırılmış kişilerin, (herhalde öldürüldükten sonra ve  gömülmeden önce) ‘bacaklarının kırılması’ şeklinde bir uygulamasının olduğunu İncil’lerden öğreniyoruz:  
  
“Yahudi yetkililer Pilatus’tan çarmıha gerilenlerin bacaklarının kırılmasını ve cesetlerin kaldırılmasını istediler. Hazırlık Günü olduğundan, cesetlerin Şabat Günü çarmıhta kalmasını istemiyorlardı. Çünkü o Şabat Günü büyük bayramdı. ( Yuhanna)”  
  
 “Diz dövme”  deyim ve uygulamaları, herhalde, eski  ‘ayak-bacak’  sunusu ile ilgiliydi.  
  
   
  
Burada  “adak organları” ile  “dövme yapılan organlar” veya vücut bölgeleri arasında da, tarihte bir yakınlaşma-geçişme da olmuş gibi görünmekte olduğuna dikkat çekmekle yetinelim.  
  
   
  
Anlaşma metninde “ağızlarına dokunmak” deyimi, herhalde “dudak veya dil kesme”  ile ilgiliydi. Dudak ve dil kesme edimlerine Eski Ahit’te ve Eski yazılı yasalarda rastlıyoruz. Eski Ahit’te Musa için, “dudakları, dili sünnetli veya sünnetsiz” olması motifleri de kullanılmaktadır.  
  
   
  
Orada Musa’nın, Tanrıya, konuşma yeteneği bakımından kendisini zayıf birisi olarak tanıtıyor olması, onun dil veya dudağının ‘sünnetli’ yani  ‘adanmış’  olması anlamına gelip gelemeyeceğine de dönüp yeniden bakmak gerekebilir.  
  
   
  
‘Dil kesme’,eski toplumda özellikle köle’ler için kullanılmaya başlanması, ileri, öldürülmek’ten kurtulmanın bir adımı olan kölelik düzeninde, ileri bir adım olmalıydı. “Dil”, her şeyden önce  bireyin yabancılığını  “ele vermesi” yönüyle öne çıkmaktaydı. Bunu bilhassa ‘dışardan gelin alma’ uygulamasına tabi topluluklarda “gelin”in “saygı uygulaması” olarak tanıtılan “konuşma yasağı”nın izlediği seyirde çok açık olarak görürüz. İlgili gelin ya çocuk doğurduktan ya da özellikle erkek doğurduktan sonra, gerçekleşen ritüellerle koca toplum biriminin aidi haline gelmiş ise, aynı anda “konuşma yasağı”ndan da kurtulmaktaydı.  
  
   
  
‘Diş kırma’ motifi üzerinde ise, toplum bilim araştırıcılarımız arasında ‘dişe dokunur’ bir çalışmaya ben rastlamadım. Urfa-Siverek yöresinde üst ön dişlerden birisinin (herhalde ‘köpek dişi’nin)  altınla kaplatılması haliyle tanıdığımız bu kutsal uygulamaya, sadece, eski Mezopotamya kültürlerinden miras olarak, Türkiye’de rastlamıyoruz. Amerika ve Afrika yerlileri arasında da, ötekileri inci gibi sıralı dişlerin arasında, özellikle seçilmiş bazılarının, kutsal bir edim olarak kırılması uygulaması bulunmaktadır. Kırmanın yerini, kırılan dişin altınla kaplanması haliyle ve buna şimdi ‘zenginlik ifadesi’, ‘yatırım yapmış olmak’ gibi  değişik yorumlar geliştirilmiş olarak  Azeriler ( ve Ruslar ) arasında da yoğun olarak rastladım.  
  
   
  
Bununla birlikte, bu uygulamanın daha etkin olarak eski Assur topraklarında; köpek’le  çok ilgilenen Avestacılık ve  Yezidilik inanç alanlarında bulunuyor olması, araştırma yöneliminin ne yönde derinleştirilmesi gerektiği hakkında fikir verici olmaktadır.  
  
   
  
Kırıkhan yerleşiminin babadan okula geçen dişçilik mesleğine sahip oluşu ile  ‘diş kırma’ dinsel edimini uygulayan inanç sistemleri arasında da bir bağlantı olsa gerektir.  
  
   
  
Dolayısıyla, Hitit-Mısır anlaşmasının bu hükmü, bir ‘kötülük’ değerlendirmesi kapsamında değil, o günkü yaşamda, bireylerin kutsal adak eylemlerinin, anlaşmaya hüküm olacak denli, önemli oluşu biçimiyle ele alınmalıdır.  
  
Safa Kacmaz
	 
	 |