GÜNCEL
ARAMA MOTORU

Web'de Ara Site içinde Ara
 
Forum sözleşmesi


E-posta: Şifre: Şifre Hatırlat | Üye Ol

KONUYU AÇAN: Özcan 195.87.69.1***
16.10.2007 17:05:34
Konu: Vefat eden yazar Mehmed Uzun un Bir Savunma Yazısı
Mehmed Uzun’un Diyarbakır 4 nolu Devlet Güvenlik Mahkemesine sunduğu savunma
19.04.2002 – Diyarbakır



Sayın Başkan,

Sayın Mahkeme Heyeti Üyeleri,

Davaya ilişkin küçük bir savunma olarak hazırladığım bu metnime başlarken ilkin sayın Savcı’nın bölücülük iddiasını cevaplandırmak istiyorum. Kürtlerin dil ve kültür haklarını savunduğum için bana ve yazarlığıma yöneltilen böyle bir iddia doğru değil. Ayrıca yazarlığıma karşı yapılmış bir haksızlık. Eğer sayın Savcı benin herhangi bir romanımı ya da denememi okumuş olsaydı, ya da dava konusu olan konuşmamın tümünü dikkate alsaydı, bir ihtimal böyle bir iddiada bulunmazdı.

Ben çok dilli, çok kültürlü bir yazarım. Hem Türkiye Cumhuriyeti hem de İsveç vatandaşıyım. Bir kaç dil ile yazıyor, birçok dil ile okuyor, devamlı birkaç dil ile düşünüyor ve yaşıyorum. Türkiyeli Kürdüm ve ömrümün yarısından fazla bir bölümünü Avrupa’da, İsveç ve İskandinavya’da geçirdim. Hem Mezopotamya, Anadolu, Ege kültür mirası hem de Avrupa ve İskandinavya edebiyatları ve anlatı gelenekleri yaşamım ve yazarlığım için çok önemli. Gılgamış Destanı, Tevrat, İncil, Kuran ve Zerdüşt inancındaki öyküler, çeşitli peygamberlere ait meseller, doğduğum ve büyüdüğüm kültür ortamının ayrılmaz, yaşayan parçaları. Kürt dengbejleri, Türkmen aşıkları, Ermeni nağmeleri, Asuri, Süryani ezgileri, Yezidi kavılları çocukluğumun ve gençliğimin canlı sesleri olarak hala benimle yaşıyor. Tarih bilincine ilişkin ilk kaynaklarımdan biri Egeli Herodot, yazarlığım ilk öğretmenlerinden biri de Çanakale, Dardanos’daki Truva savaşını bir anlatı olarak anlatan Egeli Homeros’tur. Daha sonra Avrupa’ya, İsveç’e gittiğimde, orada o muazzam dil, kültür ve edebiyat mirasıyla çok yoğun biçimde yaşamaya başladım. Bunları öğrendim, inceledim ve hayatımın ayrılmaz zenginlikleri haline getirdim. Bugün İsveç modern edebiyatı ve şiiri, Norveç ulusal edebiyatı, İzlanda sagaları, Finlandiya Kalevala destanı, Danimarka anlatı geleneği ve burada ismini yazmama gerek olmayan çok fazla yazar ve yarattıkları edebi ses, artık tamamiyle bana ait ve tümü yazarlığımın bir parçası durumunda. Eğer Avrupa ve İskandinavya’daki edebi, entelektüel deneylerim olmasaydı Mezopotamya, Anadolu ve Ege’ye çok bağlı olan yazarlığımı da yaratamayacaktım. Şansızlıklarla dolu hayatımın belki de en önemli şansı şu oldu; gerçek bir çokkültürlülük.

Rüyalarını bile birkaç dil ile gören, devamlı farklı dil, kültür ve entelektüel ortamlarda yaşayan bir yazar olarak benim bölücülük yapmam, istesem bile mümkün değil. Benim görevim bölücülük yapmak değil, birleştirici olmaktır. Asıl olan, benim için bölmek değil, birleştirmektir. Bölücülüğü sadece bir aptallık olarak değil aynı zamanda tehlikeli bir düşünce olarak da görüyorum. Çokkültürlü bir yazar olarak ırkçılığın, milliyetçiliğin, totaliter ideolojinin ve öteki dil, din, kimlik ve kültürlere karşı varolan önyargıların nasıl bir canavar olduğunu kendi özel deneylerimden biliyorum ve bu tür şeyleri kesinlikle sevmiyorum. Bir yazar olarak tüm roman ve denemelerimde, edebi konuşma ve uğraşımda gerçekleştirmeye çalıştığım bir tek şu oldu; kin, nefret ve önyargının ötesinde dillerin, dinlerin, kültürlerin ve farklı bireylerin buluşabileceği, tüm insanlığın hizmetinde olan bir edebi mekan yaratabilmek.

Kürt bir ana ve babanın çocuğu olarak buradan yaklaşık 70 kilometre uzakta küçük bir kentte dünyaya geldim. Anadilim Kürtçe oldu, Kürt sözlü edebiyatı ruhumun ilk zenginliğini oluşturdu. Bu nedenle ve ahlaki bir sorumluluk duyduğum için romanlarımı Kürtçe yazıyorum. Tüm zorluklara rağmen Kürtçe insani bir modern roman sanatı yaratmak, hayatımın neredeyse merkezi görevi. Ancak bunu aptalca bir bölücülük yapmak için değil, Kürtlere, Türklere, Türkiye ve dünyaya farklı bir sesi, farklı insani kader ve öyküleri sunabilmek için yapıyorum. Ayrımcılık yapmak için değil, varolanı zenginleştirmek için yazıyorum.

Kürt olmasaydım da Kürtlerin bir dil, kimlik ve kültür hakları olduğunu söyleyecek ve bunları savunacaktım. Çünkü bana göre dünyada herkesin bu hakları olmalı ve bu haklara hiçbir zaman dokunulmamalı. Bir bölüm insan için bu hakları savunmak ve başka bir bölüm için savunmamak, bence, en hafif deyimiyle uygar bir davranış değil. Bireyin hak ve özgürlükleri benim için çok önemli ve bu hakların herkes için geçerli olması gerektiğini savunuyorum. Sözgelimi diktatör Jikov döneminde Bulgaristan’daki Türk azınlığın haklarını savundum ve bu haklar için elimden gelen herşeyi yaptım. Orada Türklerin dili yasaklanmıştı, isimleri değiştirilmiş, dini vecibelerini yerine getirmeleri engellenmişti. Bunun kabul edilmesi mümkün değildi. Bulgaristan’daki Türklerin doğal hakları için yaptıklarımın tanığı, Jikov’un devrilmesinden sonra Cumhurbaşkanı yardımcısı olan şair Blaga Dimitrova’dır. Kosova’daki Arnavutlar için de elimden gelen herşeyi yaptım. Sırp rejimi Kosova Arnavutların dil, kimlik ve kültür haklarını baskı altına almış, onlara neredeyse köle muamelesi yapıyordu. Buna karşı çıkmak gerekiyordu. Çok fazla bir şey yaptığımı iddia edemem ama yaptıklarımın tanığı da geçenlerde Kosova’da cumhurbaşkanı olarak seçilen şair İbrahim Ragova’dır.

Bu örnekleri şunun için veriyorum; bana göre bireyin dil, din ve kimlik hakkı kutsaldır. Tüm sözcükler, diller, dinler, kültürel özellikler insani ihtiyaçlardan doğmuştur ve insanların özellikle ruh ve duygu dünyalarına ilişkin ihtiyaçlara cevap vermektedir. Bunların varlığı ve gelişmesi hepimizi zenginleştirir, yasaklanması ve yokedilmesi ise hepimizi yani insanlığı fakirleştirir. Herkesin bir ideolojisi, siyaseti, düşüncesi olabilir ama hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiç kimse dili, dini ve kimliği siyasetin, ideolojinin, menfaat hesaplarının aleti haline getirmemeli; başkalarının dilini, dinini ve kimliğini yasaklamamalı; bunları rencide etmemeli. Bireyin dilini, dinini ve kimliğini yasaklamak ya da yoketmek için çalışmak bölücülüktür. Sadece bölücülük değil bir insanlık suçudur da.

Tüm savaşlara, siyasi çalkantılara, sosyal ve ekonomik iniş-çıkışlara rağmen insanlığın şaşmaz ölçüleri vardır; insani vicdan ve merhamet. Benim bir birey olarak hayata ve insanlara bakışımın ölçüsü, ideolojiler ya da siyasetler değil, vicdan ve merhamettir. Çoğu zaman kavga ve günlük siyasi gürültü patırtı nedeniyle yeterince duyamadığımız bu insani vicdan ve merhametin sesi, tüm tarih boyunca, bize hep şunu söylemiştir; bireyin diline, dinine, kimliğine dokunma. İnsani vicdan ve merhamet her zaman insani gelişmenin belirleyicisi olmuştur. Rejimler, devletler, örgütler, siyasetler, ideolojiler ve bunlara uygun oluşan hukuk sistemleri zaman zaman, yer yer insani vicdan ve merhametin sesini boğmak isteseler bile sonuçta haklılığı ve doğruluğu anlaşılan yine bu ses olmuştur.

İnsani vicdan ve merhametin sesi Türkiye’ye ilişkin de, bence, bize şunu söylemektedir; hem Kürtler hem de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes dil, din ve kimlik konusunda özgür ve eşit haklara sahip olmalı. Siyasi olarak sorunlar nasıl çözülür, bunu bilmiyorum ama bence Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kendi dil, din ve kimlikleriyle yaşamalarının önündeki siyasi, hukuki, kültürel engeller kaldırılmalı, bunların gelişmesi için yardımcı olunmalıdır. Çünkü uygar, müreffeh ve demokratik bir Türkiye’ye ancak böyle ulaşılabilir. Çünkü Türkiye’nin yararı ve uygar geleceği buradadır. Dünyanın her tarafında defalarca tanık olduğumuz bir gerçek var; yasaklar ve engeller ne bireyleri ne de toplumları çağdaş ve uygar hale getiriyor. Çağdaş ve uygar olmanın koşullu, özgürlük, eşitlik ve hoşgörüdür. Benim dava konusu konuşmamda söylediklerim bunlar. Sayın Savcı bunlara katılmayabilir ama bundan dolayı hakkımda davalar açması ve bir terörist muamelesiyle, anti terör yasasına göre yargılanmamı ve cezalandırılmamı istemesi korkunç bir şey.

Ama Türkiye’nin bugün geldiği noktada bir şey çok açık biçimde görülüyor; herşeye rağmen Türkiye insani vicdan ve merhametin sesine çoktan kulak vermiş durumda. Üç-beş ırkçı ve fanatiğin dışında tüm toplumun, Cumhurbaşkanı sayın Ahmet Necdet Sezer’den sokaktaki sade vatandaşa kadar herkesin Kürtler de dahil, tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının dil, din ve kimlik haklarından konuşması, bunlara ilişkin neredeyse tüm toplumun çalışmalar yapması, sözkonusu gelişmenin örneği.

Başka yerlerde daha derli toplu yazdığım görüşlerimin kısa bir özeti olan o konuşmam olsa olsa bu gelişmeler konusunda küçük bir edebi, kültürel katkıdır. Başka bir şey değil.

Sayın Savcı, geçen yüzyılın Kürtlere ve öteki uluslara karşı cömert davranmadığını söylediğim için de beni suçlamaktadır. O konuşmada söylediğimi burada tekrarlamak zorundayım; geçen yüzyıl sadece Kürtlere karşı değil hiç kimseye karşı cömert davranmadı. Geçen yüzyıl, bence, tüm insanlık tarihinin en kanlı, en cani ve vicdani olarak en cimri yüzyılı oldu. Savaşın, ırkçılığın, milliyetçiliğin, totalitarizmin ve fanatizmin yüzyılı oldu. Elbette şimdi burada o kanlı yüzyılın bilançosunu çıkaracak değilim. Ancak bir tek örnek o yüzyılın nasıl bir yüzyıl olduğunu göstermeye yeter; yedi milyon civarında Musevi, sadece Musevi oldukları için, çoluk çocuk, yaşlı genç, erkek kadın, Nazi toplama kamplarında, son derece sistemli biçimde, akıl almaz metodlarla yok edildi. Eğer o yüzyıl biraz cömert olsaydı, biraz insani vicdan ve merhamete kulak verseydi bu tür korkunç insani katliamlar yapılabilir miydi? Ben dava konusu olan konuşmayı 15 Ocak 2000 tarihinde yaptım. Yeni bir yüzyılın ilk günlerindeydik ve zahmet edip beni dinlemek üzere salona gelmiş 6000 insan civarındaki sevgili dinleyicilerime geride bıraktığımız yüzyılın katil bir yüzyıl olduğunu ve yeni yüzyılın geçen yüzyıla benzememesi gerektiğini vurgulamam ahlaki bir görevdi. Kendi adıma söylersem, geçen yüzyılın sadece iki özelliğiyle övünebilirim. Birincisi, bireyin hak ve özgürlükleri, haysiyet ve saygınlığı için verilen mücadele. İkincisi de o kanlı yüzyılda, tüm zorluklara rağmen yaratılan görkemli insani edebiyat. Bir yazar olarak şimdi bunları söylerken, Nazilerden kaçarken bir sınır boyunda intihar etmek zorunda kalan Benjamin’i, sürgünün dayanılmaz koşullarında ‘Yusuf ve Kardeşleri’ romanlarını yaratan Mann’ı, ‘Virgilius’un Ölümü’nü yaratan Broch’u, Stalin’in işkence odalarında katledilen Mandelstam’ı, kalemini bir diktatörün hizmetine sunmadığı için olağanüstü kampanyalarla devamlı aşağılanan ve yalnızlığa terkedilen Pasternak’ı, halkın oylarıyla seçilmişcumhurbaşkanını öldürerek iktidara gelmiş et kafalı bir diktatörün, gerekli ilaçları vermediği için ölüme terk edilen Neruda’yı, Çin Kültür Devriminde kalemleri kırılan ve ölümcül sürgüne mahkum edilen sayısız yazarı, Nazi toplama kamplarında yokedilen sayısız aydını, Ortadoğu cehenneminde dillerine kilit vurulan şairleri, düşünce ve sanatlarından dolayı hayatlarını zindanlarda geçiren sanatçıları düşünüyorum. Tüm bu yazar ve aydınlar, ölümleri pahasına, anlatılmaz acılar pahasına bize, onlardan sonra gelen kuşaklara çok görkemli, hepimize ait, hepimizin gurur duyacağı bir sanat, edebiyat mirası bıraktılar. Yazarlığımda bana çok yardımcı olan ve sözün saygınlığını koruyan bu yazar, aydın ve sanatçılara huzurunuzda yeniden teşekkür ediyor ve onları minnetle anıyorum.

Ben 1953 yılında doğdum ve doğduğumda İkinci Dünya Savaşı çoktan bitmişti. Ama buna rağmen geçen yüzyılın cinayetlerinde Almanı, Japonu, Amerikalısı, Kürdü, Türkü hepimizin ortak bir sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Sayın Savcı böyle düşünmüyor olabilir ama bence kollektif bir sorumluluğun olduğuna inanmak ve buna uygun davranmak, yeni yüzyılın geçen yüzyıla benzemesini önlemek için önemli.

Eğer Türkiye geçen yüzyılın özelliklerinden etkilenmemiş olsaydı, büyük ihtimalle bugün Türkiye’nin yaşadığı sorunların büyük bir bölümü de olmayacaktı ve biz ne Kürtlerin dil, kimlik haklarını konuşmuş olacaktık, ne bu tür yargılamalar olacaktı ne de Türkiye’nin bölünmesi, parçalanması gibi endişelerimiz olacaktı. Geçen yüzyılın özelliklerini eleştiren, bunları roman ve denemelerinde edebi ölçülerle anlatan bir yazar olarak, dil, din ve kimlikleri bölücü bir tehlike olarak değil, zenginleştirici bir insani miras olarak görüyorum. Hele sözkonusu olan, bölgemizde hala çok canlı biçimde yaşayan Kürtçe, Aramice, Süryanca, Ermenice, Arapça, Farsça, İbranice gibi insanlık tarihinin en eski dillerinden olan diller ise durum daha da önemli. Biraz ötemizde akmakta olan Dicle ve Diyarbakır havzasını öte tafarındaki Fırat nehirlerinin suladığı bu topraklara ait bu kadim diller hem insanlığa ait ilk uygarlıkların dilleridir hem de birçok insani dinin dilidir. Eğer bu dilleri bilseydim, sadece Kürtçe ve Türkçe değil, bu dillerle de yazardım. Bunu da ilkel bir bölücülük yapmak için değil, henüz anlatılmamış insani kaderleri, edebiyatın henüz şahitlik yapmadığı insani felaketleri, sesi henüz duyulmamış sesleri, kendisini anlatmakta giçlük çekmiş mekanları modern edebiyat dünyasına katabilmek, böylelikle belki günümüz edebiyat dünyasını biraz daha zenginleştirmek için yapardım. Bu dillerle yazamadığım halde tüm romanlarımda birçok dilin, dinin, mekanın, kimlik ve kültürün hep olması belki de bu nedenledir.

Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum; ne bu dava ne de buna benzer davalar bize ve çoktandır insani vicdan ve merhametin yoluna girmiş olan Türkiye’ye yakışmıyor. Türkiye’nin geleceği söz, düşünce, dil, din ve kimliğe ilişkin özgürlüklerdedir.

Saygılarımla.



Mehmed Uzun

19.04.2002 - Diyarbakır
 
Kimden: özgür izmirli  88.236.123.***
18.10.2007 22:22:41
Cevap: hepimiz mehmediz hepimiz mezopotamyalıyız
ve ölüm acımıyor güvercinlere.hepsini ***ürüyor yanına,ve o gitti yetim bir çocuğu(dili)öksüz bıraktı.belkide o yaptığımız utancı katllettiğimiz cinayeti(dili)doktoru olmaya çalışıyordu.ben memedin bütün kitaplarında diclenin ve fıratın masum çocukları keldanileri,kürtleri,süryanileri,arapları,ermenileri ve daha nice çocuğunun sesini onun kitaplarında okudum.ve şimdi o kaybolmuş kutsal seslerin(yani varlığınız siz)ardına düşmüşsem onun sayesindedir.ve bir hümanist olmuşssam farklı bakabilmeyi öğrendiysem onun sayesinde baktım.belki inanmıyacaksınız ama bu kalbim kendisini tutamadı.evet itiraf ediyorum ağladım.memede yani yitik kutsal mezopotamya çocukların bahtsızlığına ağladım.keldanilere süryanilere ermenilere kürtlere ve hata türklerede ağladım.evet türklerede ağladım biz onu 30 yıl onu vatanında ayrı koyduk.ama o ölkürken bile barışa dair inancını yitirmedi.bu gün hepimiz mehmediz hepimiz mezopotamyalıyız.........
 
Kimden: ben  84.73.183.8***
19.10.2007 16:42:47
Cevap: Vefat eden yazar Mehmed Uzun un Bir Savunma Yazısı
cok iyi ve kotu isten kacmak iyi olur
 
CEVAP YAZ - Onaylı Üyelik Gerektirir
isim:
konu:
cevap:
   

   


© Copyright 2008 www.suryaniler.com
tasarım: Web Tasarım